“Baharlar yazlar geçer sonbahar gelir;
Ömrümün yaprakları dökülür bir bir;
Şarap iç, gam yeme, bak ne demiş bilge:
Dünya dertleri zehir, şarap panzehir.”
Ömer Hayyam
İran’ın Razavi Horasan Eyaletinin Nişabur şehrinde doğmuş Ömer Hayyam yukarıdaki dizelerinde hangi tür şaraptan söz etmiş bilmiyoruz. Fakat büyük ihtimalle Şiraz’dı. Ne de olsa bazılarına göre şarap bir Pers icadı…
Devrim öncesinde Şiraz ve çevresinde, yüzlerce yıllık bir şarap yapma geleneği varmış. Sözgelimi California’da yaşayan ve şarap üreten Darioush Khaledi devrim öncesi İran’da geçen çocukluğunu, ailenin akşamları bir araya gelişini, kil kaplarda içilen şarap eşliğinde 14. yüzyıl İranlı şair Hafız’dan beyitler okunduğunu hatırlıyor… (Şiraz Şarabı Neden Ünlü, BBC News Türkçe).
Biz de Şiraz’daki ikinci gecemizde, İbrahim Kohenpelpour konseri çıkışı, Ali ve yeni tanıştığımız dostlarla yakınlardaki bir mekânda oturup Hafız ve Sadi’nin, kulağa müzik gibi gelen Farsça dizeleri eşliğinde birkaç kadeh enfes Şiraz şaraplarından içiyoruz…
Tabii ki gönül şairler şehri Şiraz’ı anlatırken yazıya böyle başlamak isterdi ama 1979’dan beri İran’da alkol yasak. Hem de Hayyam’a rağmen…
Payımıza düşen hostele dönerken yol üzerinde hala açık bir Lübnan restoranındaki tavuklu dürüm oluyor. Ne çalışanlar ne de içerdeki 2-3 müşteri de pek Hafız veya Sadi’den dizeler okuyacakmış gibi görünmüyorlar…
…
İran’ın kültür başkenti, “güller bülbüller ve ‘bir zamanlar’ şarap şehri” Şiraz’da uyandığımız o ilk sabah, büyük olasılıkla aynı durumdaki tüm fotoğrafçıların olacağı gibi çok heyecanlıyız. Birazdan Nasr El-Mülk’te fotoğraf çekeceğiz çünkü. (Veya Nasrımülk ya da birazdan fotoğraflardan sebebini anlayacağınız üzere Pembe Camii.)
Nasr El-Mülk, İranlıların artık çoktan kanıksadığımız vitray konusundaki takıntılarının gövde gösterisine dönüştüğü yer. Sanki size “biri vitray mı dedi, alın size vitray” diyerek muzipçe gülümsüyorlar. Böyle bir istatistik var mı bilmiyorum ama büyük olasılıkla İran’da en fazla fotoğrafı çekilen cami burasıdır.
Dışarıdan son derece sıradan bir görünümü olan Nasr El-Mülk, 1800’lü yılların ikinci yarısında yapılmış, halen de aktif ibadet edilen bir cami.
Fakat içeri girdiğinizde o sıradan cami, güneşin karşı duvar üzerinde yükselmeye başlaması ile en tepeye geldiği saatler arasında muhteşem ışık oyunlarına sahne oluyor. Tam olarak sabah 9.00 ile 11.00 arasında…
Sabah saat 8.30-9.00 arası Nasr El-Mülk’ten içeriye adım attığımızda, ikisi içeride vitrayların karşısındaki duvara sırtını dayamış oturan ve bir de caminin tam ortasında ayakta duran olmak üzere sadece üç Avrupalı turist var. Camiyi bu kadar boş bulmak nasıl da büyük bir şans!
Ama kazın ayağı öyle değil. Caminin ve olası tüm kadrajların tam da ortasına ayakta duran gençten Avrupalı turist, yan duvardaki yansımanın –abartmıyorum- yüzlerce fotoğrafını çekiyor. Çektiği her fotoğrafa ve duvardaki sabit bir noktaya uzun uzun bakıyor. Ve yine fotoğraf çekiyor, hem de aynı yerde kıpırdamadan. Önce kibarca sıramızı bekliyoruz, sonra hafiften sinir oluyoruz. En son Nusret dayanamıyor gidip adamı uyarıyor. Yaptığı şeye o kadar kendini kaptırmış veya başkalarına karşı yaptığı saygısızlık onun için o kadar doğal ki Nusret’in onu neden uyardığını bir an anlamıyor bile. Kenara çekiliyor ve bir süreliğine kadrajda kimseciklerin olmadığı fotoğraflar çekebiliyoruz. Bir süreliğine diyorum çünkü hemen arkasından içeriye bir Uzakdoğulu grup dalıyor. Selfiler, dua eder gibi pozlar verilen mizansen fotoğraflar, ortalığa bırakılıp kadrajı kirleten sırt çantaları, olmadık yerde telefonlarında çektikleri fotoğraflara bakıp yorum yapanlar, birbirlerine gösterenler falan işin tadı kaçıyor. Biraz daha kalıp Nasr El-Mülk’ten çıkıyoruz…
Ve hemen yeri gelmişken bir seyahat fotoğrafçısından kamu spotu:
Lütfen unutmayın ki herkesin fotoğraflamak istediği o meşhur mekanlar sadece size ait değildir.
Mekandaki genel kural şudur: Objenin karşısında durdunuz, birkaç fotoğraf çektiniz hemen o noktadan uzaklaşıp yerinizi bekleyen sıradaki kişiye bırakın. Sakın başkaları sizin en iyi kadraja sahip o noktadan çekilmenizi beklerken uzun uzun çektiğiniz fotoğraflar, verdiğiniz pozlar olmuş mu diye telefonunuzu veya kameranızı kontrol etmeyin, “hayatım sence dudaklarımı güzel büzmüş müyüm” vs diye yanınızdakine gösterip de sormayın. Bu soru her dilde anlaşılır çünkü. Gidin başka yerde bakın, fotoğrafınız sizi tatmin etmediyse yeniden sıraya girin. Ve bir de eşyalarınızı sağa sola, başkalarının kadrajını kirletecek yerlere bırakmayın. Lütfen kimseyi sinir etmeyin…
Ve fotoğraflar:
Nasr El-Mülk’ten Sadi’nin Kabrine (Türbesine) giderken hala, tüm kadrajların ortasında kıpırdamadan ayakta kalıp da fotoğraf keyfimizi bozan dangalağın dedikodusunu yapıyoruz. Blogda yazarken bu adamdan “dangalak” diye söz edeceğimi daha o zaman diyorum hatta… Oysa sinirimizi bozmasa belki Sadi’nin sözleri gelirdi aklımıza. Ne bileyim “Kesme nevanı; içine salsalar da keder/ Kırılsa gönül medd ü cezr ile hepsi geçer hepsi geçer.” Ya da: “Tahammül sana önce zehir gibi görünür. Fakat tabiatına kök salınca bal kesilir.” gibi…
Tamam şakaydı. Gelmezdi. O kadar ince adamlar değiliz. Yine çektiğimiz karelerden falan konuşurduk…
Sadi –Sadi’i Şirazi– 1200’lü yıllarda yaşamış. Klasik Fars Edebiyatının en büyük temsilcilerinden biri. Şiraz’da doğmuş, Bağdat’ta devrinin en önemli bilim adamı ve edebiyatçılarından eğitim almış, Kuran’ı hıfzetmiş, yolculuklar yapmış, felsefe ve tasavvuf kavramlarından yola çıkarak “Arifane” ekolünü kurmuş, Haçlılara karşı savaşmış, esir düşmüş, sahip olduğu ilim fark edilince de bir şahıs tarafından satın alınıp özgürlüğüne kavuşturulmuş. En önemli eserleri Bostan veya Gülistan’ı hala herhangi bir kitap satan sitede bulabiliyorsunuz. Sadi’nin ölümünden yaklaşık 800 yıl sonra yani…
Sadi’nin Türbesi şu andaki haliyle 1950-52’de Pehlevi döneminde inşa edilmiş ve vikipedia’ya göre mimar Mohsen Foroughi İsfahan’daki “40 Sütunlu” Çehel Sütun Sarayı‘ndan ilham almış. Ve evet andırıyor. Huzurlu bir yer açıkçası. (Çehel Sütun için bakınız; İran 5: Abyaneh ve İsfahan)
Sadi’nin Kabrinden:
Büyük şair Sadi’nin Türbesinden bir diğer büyük Şair Hafız’ın Türbesine geçiyoruz.
Ey Aşk! Ateştir senin nesebin…
Niteliğin dumandır, kaynağın ise rüzgâr
Su tufana dönüştü; toprak da küle
Senin kokunla ateş rüzgara karıştı
Şirin’siz her saray, bisütûn gibi viranedir
Ferhat’sız her dağ bir saman çöpüdür rüzgarda
Yedi nesil öteye tüm atalarımız gâmdı
Bize miras kalan hep sonsuz keder oldu.
Rüzgar esince toprağımızdan senin kokun geliyor.
…
Sadece Sen kalacaksın;
Biz hepimiz gidince…
Hafız’ı Şirazi
Bir rivayete göre İranlılar şöyle dermiş: “Her evde 2 kitap mutlaka olmalıdır; Kuran ve Hafız’ın Divanı…” Hatta pek çok İranlı Hafız’ın Divan’ına bakıp fal tutarlarmış. Aileler Nevruz Tatilinde bir araya geldiklerinde, herkes Divan’dan rastgele bir sayfa açar ve o sayfadaki şiiri okur, Hafız’ın dizeleri de falları olurmuş.
1300’lü yıllarda yaşamış Hafız’ın hala İran’ın popüler kültüründe etkisi var. Geçen bölüme eklediğim Mohseen Namjoo’nun Zolf şarkısının sözleri Hafız’a ait mesela. Keza sözleri yine Hafız’dan müziği Mohseen’den sağlam bir rock şarkısı dinlemek isterseniz de linkini buraya bırakayım; Del Miravad…
Osmanlı Tarihi müellifi Hammer’ın çevirileriyle 19. yüzyılda batı entelijansiyası da tanışmış Hafız’la. Hatta Goethe, hatıra defterinde Hafız’ın Divan’ını haftalarca okuduğunu, seyahatlerinde bile yanında ayırmadığını yazmış. Bir eserinde her birine Farsça isimler verdiği şiirlerini de West-Oestlicher ‘Divan‘ adı altında toplamış…
Hafız’ın Kabri, halk tarafından anılan şekliyle Hafıziye, günün her saati kalabalık. Biz sabah saatlerinde ziyaret ediyoruz ama günbatımında çok daha şenlikli olurmuş. Gece aydınlatması da çok güzelmiş…
Hafız insanın içini açan, güzel bir bahçenin (tabii ki havuzlu) ortasında sütunlar üzerine yerleştirilmiş bir kubbenin altında yatıyor. 1773’de Kerim Han tarafından yaptırılmış mezar taşına kendi şiirlerinden biri işlenmiş.
Hafız’ın kabrini ziyaret ettikten sonra bahçenin tadını Hafıziye içindeki kafede birer Amerikano ile çıkarıyoruz. Bir de hediyelik eşya dükkânı var hemen yanında. Amerikanolarımız yanında küçük bir kadehte şerbet ve bir şekerleme ile birlikte geliyor. Aklıma eskiden bayram ziyaretlerinde sunulan Türk Kahvesi ve nane likörü ikilisi geliyor nedense. Kim olduğunu anımsamadığım biri bu geleneğin “Cumhuriyetin ilk yıllarındaki malum doğu-batı sentezi ve modernleşme çabasından” çıktığını iddia etmişti.
İddia sahibi, Hafız’ın bahçesinde, bildiğiniz Espresso olup da II Dünya Savaşında İtalya’daki Amerikan askerlerine çok sert geldiği için sulandırılıp adına da Amerikano denilen kahvelerimizi içip, yanında da muhtemelen alkollü bir alternatif yasak olduğundan şerbet içtiğimizi görse ne derdi acaba diye düşünmeden yapamıyorum. Üstelik şekerlemeyi karıştırmadım bile…
Çıkışta Hafıziye kapısında bekleyen niyetçiler çeviriyor etrafımızı. Kıramıyoruz. Niyetçi muhabbet kuşuna elindeki kutudan bir kart çektiriyor benim için. Sonra okuyor, Ali de tercüme ediyor. Şu anda tam anımsamasam da “şu ana kadar pek inançlı biri olmasam, hatalar yapsam da artık doğru yolu bulacağımı, hayırlı bir insan olacağımı” veya benzeri şeyleri söylüyor…
Amerikano-şerbet-şekerleme
Hafıziye, Niyetçi
Hafız’dan fotoğraflar:
Hafıziye’den Eram Bahçesi’ne geçiyoruz.
Eram Bahçesi (Cennet Bahçesi) Bagh-e Eram’ın tarihi 900 yıl öncesine kadar gidiyor. Hatta Hafız bazı dizelerinde bu bahçenin güzelliklerini işaret etmiş.
1700’lerdeki Zend Hanedanı döneminde yerel yöneticilerin, arkasından Kaşkay Liderlerinin ikametgahı olmuş. Nasıreddin Şah döneminde de bugün ziyarete kapalı olan saray inşa edilmiş.
1800’lerde Şiraz’ın ileri gelenlerinden Nasır el Mülk (isim tanıdık geldi mi?) bahçeyi Kaşkaylardan satın almış. Bu el değişikliği için başka bir kaynakta ‘satın alma’ yerine ‘el koyma’ sözcüğünün kullanıldığını da okudum. Merkezi otoriteyi kastederek bahçe ve saraya el koyulup Kaşkaylar’dan alındığını yazıyordu. Kaşkaylar’ın tarihini bilince pek de uzak bir olasılık değil… (Bakınız önceki bölüm; İran 9: Yezd’den Persepolis üzerinden Şiraz…) 1963’de Hükümet bahçeyi Şiraz Üniversitesine vermiş ve 2008’den beri de buranın ismi -pek kimse kullanmasa da- Eram Botanik Bahçesi Araştırma Merkezi…
Neyse, yukarıda saydıklarımın her biri bahçeye küçük eklemeler yapmışlar ve sonunda bugünkü her daim turistik, kalabalık nefis bir bahçe haline dönüşmüş.
Bahçe İran’daki ziyaret ettiğimiz diğerleriyle aynı; muhteşem. Ülkenin simetri takıntısını anında fark edeceğiniz havuzlar, yüksek servi ağaçları, gül bahçeleri ve botanik bahçesi olduğundan daha pek çok bitki.
Duvarlarının bir bölümünde Hafız ve Sadi’nin dizelerinden oluşan kaplamalar olan saray binasının giriş katında bir içerisinde ilginç görünümlü taşlar olan mineral müzesi var. Küçük bir müze-mağaza.
Eram Bahçesi Unesco Dünya Mirasları listesinde de yer alan, fotoğraf çekmesi ve gezmesi keyifli bir yer. Hafız’ın güzelliklerini yazdığı kadar var…
Ve fotoğraflar:
Ardından yemek zamanı.
Şiraz büyük bir şehir. 2 milyona yakın nüfusuyla İran’ın beşinci büyük şehri. Yani; trafik, kalabalık sokaklar, gürültü… Şehrin merkezinde yine dışarıdan hayatta restoran olduğunu tahmin edemeyeceğiniz, küçük kapısının önünde elinde tüfeği ve üzerinde geleneksel Kaşkay kıyafetiyle oturan pala bıyıklı bir amca olan Kateh Mas Geleneksel İran Restoranına gidiyoruz. Bu “geleneksel” sözcüğünün evrensel olup dünyanın her yerinde pahalı turist tuzağı bir restoranı ifade ettiğini tabii ki biliyoruz. Üstelik kapıdaki dekoratif pala bıyıklı amca da hesaba artı yüzde 10 demek… Olsun. Az önce Hafıziye’de Amerikanolarımız içerken konuştuk Ali’nin kartında hala paramız var. (İlk bölümde anlatmıştım; ilk gün Ali’nin banka kartına 200’er Dolar bozdurup yatırmıştık, seyahatimiz boyunca da tüm harcamalarımızı oradan yaptık.)
Klasik giriş kapısı küçük merdivenlerden inince karşılaştığımız Restoranın ise kendisi büyük. Canlı müzik de var. Kenarda bir masaya yerleşiyor, kebaplarımızı sipariş ediyoruz.
Birazdan yan masaya bir grup bayan geliyor. Oturur oturmaz müziğe kaptırıyorlar kendilerini. Bağıra çağıra sahnedeki müzisyenlere eşlik ediyorlar, el çırpıyorlar, oturdukları yerde dans ediyorlar. Zılgıtlar hatta ıslıklar geliyor sonra. Bazılarının başörtüleri düşüyor, açılan başlarını bile önemsemiyorlar. İlginç bir şekilde koskoca Restoranda bu birkaç kadının coşkusuna ne katılan oluyor ne de karışan. Diğer masalar sessiz. Bir garip İran bir garip özgürlük diye düşünüyorum...
Kateh Mas Traditional Restaurant girişi
Kateh Mas Restaurant
Yemekten sonra bize katılan Ali’nin arkadaşı Mohammed ile birlikte Kerim Han Kalesi’ne gidiyoruz. Muhammed Şiraz’lı, Antalya’da rehberlik yapmış, kibar, cana yakın bir arkadaş. Doğal olarak önce Antalya muhabbeti yapıyoruz.
Kerim Han Kalesi Zend Hanedanlığı döneminde, 1770’lerde, Şiraz başkentken yapılmış. Bir rivayete göre Kerim Han, adını taşıyan bu kaleyi İsfahan’daki eserlere meydan okumak için yaptırmış. Hatta kapısının üzerine de şöyle yazdırmış: “Şiraz’a yeni gelen bir gezgin, uzun süre Kerim Han Sarayı’nın endamını övmekten geri duramayacaktır”
Fakat beni bağışlasın, bence pek amacına ulaşamamış. Bir Isfahan’daki Nakş-ı Cihan’ı düşününce, ne bileyim pek sönük kalmış kale.
Kalenin dört bir tarafındaki kulelerden birinin eğri durması ve buranın devrim öncesinde, Pehlevi döneminde hapishane ve hatta işkence merkezi olarak kullanılması kalenin ilginç özellikleri.
Belki yorulduğumdan belki de kale İran’daki diğer gördüğüm eserlere kıyasla sönük kaldığından, yukarıda da dediğim gibi pek etkilenmiyorum.
Kerim Han Kalesi’nden kareler:
Kaleden sonra Muhammed bize yakınlardaki bir tatlıcıda “Feluda” ısmarlıyor. Şiraz’a özgü nişasta, buz ve limon ile yapılan bir tatlı. Kale civarında yalnızca feluda yapan pek çok tatlıcı var. Şirazlılar serinlemek için yerlermiş. Haklılar. Hani bazen dondurma yediğimizde burnumuzun direği sızlar ya -mecazi anlamda değil– işte feluda da aynı etkiyi gösterecek kadar serinletiyor…
Çok sevmesem de bitiriyorum…
Feluda
Ardından Vekil Camii’ne gidiyoruz. Aynı isimli Şiraz’ın kapalı çarşısının (Vekil Çarşısı) batısında yer alan, kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı son derece sıradan, küçük kapılardan girdiği Camii dışarıdan baktığınızda size hiçbir ipucu vermiyor. Oysa içerisi çok büyük, çok şaşırtıcı ve son derece görkemli.
Cami 1751-1773 yılları arasında Kerim Han tarafından inşa ettirilmiş. Kerim Han’ın İsfahan’a meydan okumak konusunda attığı bu adıma, Kalesi’nin aksine söyleyecek söz bulamıyorum.
Caminin kapalı mekânı içerisindeki aynalı süslemeler ise “yok artık bu kadar da abartılmaz ki” dedirtecek türden.
Maalesef Vekil Camii’ne fotoğraf makinesizle giremiyorsunuz. Çantalar emanete bırakılıyor. Bir de yabancı turistler yanlarına camiden bir imam almak zorundalar, rehber olarak. Bize eşlik eden ne yazık ki ismini unuttuğum genç imam, -hiç imama benzemiyor, sakallı bile değil- bize eşlik ediyor, camiyle ilgili bilgiler veriyor.
Fotoğraflar, mecburen, cep telefonuyla:
Akşamki konser öncesi son durağımız şu ana kadar gezdiğimiz tüm şehirlerde gördüğümüz hemen hemen birbirinin aynısı kapalı çarşılardan biri olan Vekil Çarşısı. Çarşıda bayağı bir geziyor, ufak tefek alışveriş yapıyor ve hayatımda ilk kez gittiğim bir ülkeden pahalı bir hediyelik eşya alıyorum. Üzerinde Persepolis’deki Apadana Sarayının kabartmaları resmedilmiş el dokuması küçük bir duvar halısı.
Bir de çarşıda bir halıcıda reklam filmi çeken gençlerden oluşan bir ekiple ayak üzeri sohbet ediyoruz, Serdar’la ben gelen teklifi değerlendiriyor, halı satın alan turistler rolünde filmde oynuyor, biraz da araya İngilizce Şiraz ve İran izlenimleri ekliyoruz. O video umarım İran’da viral olmamıştır, kim bilir belki yeniden yolumuz düşer…
Günün sonunda Şiraz’daki modern bir kafede -Joulep Cafe- kahve ve tatlı eşliğinde sohbet ediyoruz. Çalan müzik çok hoşuma gidiyor, kafeyi işleten gençlere soruyorum, şarkının ismini bir yere yazıp veriyorlar. Sonra o kağıdı yitirip gidiyorum.
Ve arkasından günün sonunda önceki bölümde anlattığım Ebrahim Kohendelpour Konserine gidiyoruz.
Kafedeki o şarkıyı hiç bulamadım ama yazının sonuna çok sevdiğim bir Marjan Farshad şarkısı ekleyeyim. Hem de sözleri Türkçe altyazılı. Buraya kadar sabredip okuyanlarınıza bir teşekkür niyetine.
Marjan Farshad, Khooneye Ma
Sürecek.
Gözlem, duygu, samimiyet, bilgi, fotoğraf ve hatta müzik ile donatılmış güzel yazılarınızı keyifle takip ediyorum. Ayağınıza, yüreğinize, kaleminize sağlık…
Çok teşekkür ederim Sadık Bey…
Bir göz atıvereyimde bayramda oturur sindire sindire okurum demiştim.
Bir de baktım bitmiş.
Daha ne diyim. Beraber gideydik eyiydi.
Saolasın Naime’cim. Özledim yahu, gidelim artık bir yerlere birlikte…
Çorum?Gülendam ve Mito yu da alırız.