Mayıs ayının ilk günü Küba sokaklarında bulaşıcı, insanı içine çeken bir coşku ve mutluluk hali vardı sanki. Abartmıyorum.
Sabahın erken saatlerinde, kararsız bir yağmur aralıklarla çiselerken Devrim Meydanındaki 1 Mayıs kutlamalarından, Bağımsızlık Bulvarı; Avenida de la Independencia’ya dağılan kalabalık resmen gülüyor ve eğleniyor. Bizi de aralarına alıyor bu coşkuya ortak ediyorlar. Büyük ihtimal “eski toprak” Ağabeyler bu durumu sosyalizme bağlayacaklardır. Kısmen haklı da olabilirler ama ben bu insanlardaki coşku ve mutluluk halini biraz da sabahın çok erken saatlerinden beri içilen romlara bağlamak istiyorum.
Kalabalıktan ayrılıp bir kafede uyanma molası veriyoruz. Ne de olsa sabah 4 gibi kalktık. Yerel halkın takıldığı, turistik olmayan kafenin caddeye bakan balkonunda süper ucuz kahvemi yudumlayıp, törenden dönen Havanalıları izliyor, bazen selamlaşıyor bazen de fotoğraflarını çekiyorum.
Küba’da malum, bir turistlere hizmet veren işletmeler var, bir de yerel halkın gittiği mekanlar. Turistik mekanlarda ancak CUC yani Convertible Peso ile alışveriş yapabilirsiniz. Yerel halk ise CUP yani Küba Pesosu kullanıyor. 1 CUC yaklaşık 25 CUP ve turistik bir kafede bir kahve içeceğiniz 1-2 CUC’a yerel halkın takıldığı bir kafede 6-7 kahve içebilirsiniz. Demem odur ki 1 CUC yaklaşık 1 Euro olduğuna göre sizi uyandıracak nefis bir fincan kahvenin ederi de 50 kuruş civarı…
(Bu hesabı yaptıktan çok sonra, yazıyı elden geçirdiğim bu günlerde Euro, Dolar aldı yürüdü, yeniden hesap yapamayacağım ama Küba’da yerel bir kafede içilen bir fincan kahvenin hatırını bilmem ama fiyatı hala çok ucuzdur.)
Kafede uyandıktan sonra, Sinan’a öğle yemeği için, henüz Devrim Meydanına çıkmadan belirlediğimiz buluşma noktasını bir kez daha soruyoruz ve kendimizi sokaklara atıyoruz; Buluşma yerimiz Avenida del Puerto üzerindeki birkaç turistik balık restoranlarından biri olan La Barca Restaurant.
Devrim Meydanından, kalabalığın içerisine karışıp Özgürlük Bulvarına dönmüştük. Oradan ilk sağa döndüğümüzde, sabah kahvemizi içtiğimiz küçük kafenin de üzerinde olduğu caddenin ismi Avenida Salvador Allende. Ve o caddenin sonundan El Capitolio’a kadar yolumuza devam ettiğimiz diğer cadde ise Simon Bolivar.
Küba’da 1 Mayıs günü tam da böyle bir rota izlemek gerekirdi sanırım. İsimleri Devrim ve Özgürlük gibi ağır sözcükler olan veya isimlerini önemli şahsiyetlerden alan meydan ve bulvarlar; 1973’de CIA’in organize ettiği darbe sırasında öldürülen Şili’nin sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende ve Güney Amerikalı devrimci lider Simon Bolivar gibi.
Kafe çıkışı öylesine yürüyoruz sokaklarda. Ben her üç beş adımda bir durup fotoğraf çekiyorum. Bakımsız binaların caddeye bakan daha bakımsız cepheleri, yoldan geçen eski Amerikan otomobilleri, şaşırtıcı derecedeki geniş cadde ve bulvarlara açılan yine bakımsız, dar sokaklar ve Havanalılar… Her adımda bir fotoğraf karesi yakalayabilirsiniz emin olun.
Devrim meydanından dönen kalabalık giderek kaybolurken gündelik hayatları içerisindeki Havanalıların kalabalığı başlıyor. İnsanlar güler yüzlü. 1 Mayıs’ı kutlayan gençler alkolün de etkisiyle laf atıyorlar. Ama rahatsız edici değiller, daha çok eğlenceliler diyebiliriz. Fotoğraf makinelerimiz görür görmez havalı pozlar veriyorlar, birlikte fotoğraf çektiriyoruz veya ellerindeki Rom şişesini ısrarla bir fırt almamız için uzatıyorlar.
Tabii ki her şey o kadar güllük gülistanlık değil olamaz da. Otobüs durağında bir sokak kavgasına şahit oluyoruz sözgelimi. Ve sefaleti de hatta Küba’da olmayan evsizlerden birini de görüyoruz.
Devrim’e kadar Küba Hükümetine ev sahipliği yaparken, bugünlerde Küba Bilimler Akademisi olan gösterişli El Capitolio’ya kadar yürüyoruz. El Capitolio Havana’daki pek çok bina gibi restore ediliyor ve restorasyon sona erdiğinde de yeniden Küba Ulusal Meclisi olarak hizmet verecekmiş.
Ve fotoğraflar:
El Capitolio’dan sonra geniş bulvar ve caddelerin yerini dar ve araç trafiğine kapalı aokaklara bıraktığı turistik Eski Havana’ya, La Habana Vieja’ya dalıyoruz. Binalar hala eski, insanlar hala cana yakın.
Farklı olan tek şey etrafta çoğu 1 Mayıs nedeniyle kapalı olsa da pek çok, sadece CUC kabul eden restoran, kafe ve hediyelik eşya dükkanı olması.
O kadar yürüdükten sonra yorulduk, önce bir kafede oturup bir şeyler yiyip içiyoruz. Birimiz kalkıp diğer masalardan birine gidip Türkiye’den tanıdığı bir arkadaşıyla ayak üzeri sohbet ediyor, ben çaktırmadan arka masadaki 2 DSLR makine ile gezen Türk fotoğrafçının konuşmalarını dinliyorum, o sırada kafenin hemen önündeki caddeden bir başka Türk grubu geçiyor…
O gün, Mayıs ayının o ilk günü Havana sokaklarında o kadar çok Türk vardı ki. Sanırım 1 Mayıs’ta Küba’da olmak yeryüzünde en çok biz Türklerin takıntısı.
Kafe sonrası karşımıza çıkan ilk önemli mekan Floridita Restoran. Tam da burada Hemingway’in Küba’sından veya Küba’nın Hemingway’inden söz etmeli.
Hemingway, Küba’ya ilk kez Florida’nın ucundaki Key West adasında yaşarken geliyor. İkisinin arası zaten 100 mil kadar. İspanya’ya gideceği gemiye binmek üzere gelip 3 gün Havana’da kalırken yıl da 1928. Ardından 1932 yılında yeniden gelip bol bol kılıç balığı avladıktan sonra bir sonraki yıl, 1933’de bu kez Havana’ya uzun süreli kalmak için geliyor. Eski Şehrin merkezindeki Ambos Mundos otelinin 511 numaralı odasına yerleşiyor ki bugün otel restore edilmiş ve 511 numaralı oda da müze haline dönüştürülmüş.
Hemingway o odada kaldığı dönemde bir yandan Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yazarken diğer bir yandan da Havana gecelerinin tadını çıkarmış. Yazarın o zaman en çok takıldığı iki mekan bugün Havana’ya gelen turistlerin mutlaka uğradığı yerlerden; Bodeguita del Medio isimli ufacık Bar ve Floridita Restoran.
Akşam keşfedeceğimiz bu iki mekandan Calle Empedrado, yani Empedrado Sokağındaki Bodeguita del Mar isimli bar; duvarlarında Hemingway’den alıntı graffitiler olan her daim kalabalık küçücük bir mekan. İsmi de Bloğun ortasındaki küçük bar demek zaten. Her yerde Mohito’un fiyatı 3 CUC iken burada 5 CUC. Fakat kesinlikle aradaki 2 CUC’luk fark ölçüsünde de sert.
Eğer yolunuz düşerse kesinlikle burada bir Mohito içmenizi öneririm. Hayır Mohito çok özel veya sert olduğu için değil. Hemingway’in izini sürüp de hiç olmazsa bir tek atmak için buraya uğrayan düzinelerce turiste adeta çok özel bir ritüel gibi seri bir şekilde aynı anda 8’er 10’ar Mohito hazırlayan Barmen’i izlemeniz için.
Diğer mekan, Floridita ise lüks bir restoran. İçeride barın hemen köşesinde Hemingway’in gerçek boyutlarda bir heykeli var. Duvarda da yazarın “imzaladığı” şu sözü asılı: My mojito in the Bodeguita del Medio and my daiquiri in the Floridita. Yani; Bodeguita del Medio’da benim Mohitom, Floridita’da benim Daiquirim. Hemingway sık sık Floridita’daki Daiquiri’nin dünyanın en iyisi olduğunu söylermiş.
Yine aynı akşam ziyaret edeceğimiz Floridita’da Daiquiri’yi denemedim. Mekan biraz fazla soğuk ve turistik geldi. Fotoğraf bile çekmedim. Ama adet yerini bulsun diye Hemingway’in barın köşesinde gülümseyen heykelinin netten bulduğum bir fotoğrafını paylaşayım.
Ernest Hemingway’i severek okumuş biri olarak itiraf etmeliyim yazarın Havana’daki izleri çok da heyecanlandırmadı beni. Bunun nedeni gezdiğim iki mekanın da fazlasıyla turistik olması olabilir. Veya daha büyük olasılık; yazarın Ambos Mundos hotelinden ayrıldıktan sonra 1940 yılında satın alıp uzun yıllar yaşadığı ve bugün müze haline dönüştürülmüş olan Finca Vigia isimli evinigörmediğim içindir. Maalesef ne Havana’nın 15 kilometre dışındaki Finca Vigia’yı ne de Hemingway’in çok sevdiği teknesi El Pilar ile denize açıldığı küçük balıkçı kasabası Cojimar’ı görme şansım olmadı.
Bir de aklıma şöyle bir soru takıldı Havana’da. Gerçekte bir savaş muhabiri olan Hemingway Devrim sırasında Küba’da olsaydı, Birinci Dünya Savaşı İtalya’sında geçen Silahlara Veda veya İspanya İç Savaşında geçen Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi bir roman daha yazar mıydı? Biliyorum saçma bir soru, illaki Hemingway’dan “Kübalı” bir eser istiyorsan al sana İhtiyar Adam ve Deniz diyorsunuz ama büyük yazarın Küba Devriminde geçen bir romanını düşünmeden de yapamıyorum.
Hemingway ve Küba hakkında güzel bir makale okumak isterseniz işte size bir link; Mete Türkben’in Hürriyet’in Seyahat ekinde yayınlanmış makalesi; Hemingway’in ayak izinden Küba…
Floridita’yı dışarıdan gördükten sonra -yukarıda da dediğim gibi içerisini ancak akşam görebileceğim- Eski Havana sokaklarında dolaşmaya ve fotoğraf çekmeye devam ediyoruz. Bu bölgedeki Havanalılar sabah karşılaştıklarımıza kıyasla daha mesafeliler. Tabii arada laf atanlar var, kimse neden fotoğrafımı çekiyorsun da demiyor ama sanki sabahki bulaşıcı coşku ve mutluluk halinden eser kalmamış. Rom’un etkisi geçmiş gibi…
Bir ara yolda Türk olduğumu tişörtümden anlayan iki bıçkın Havanalı baştaki A harfini uzatarak “Ada, Ada” diyorlar. Ne dediklerini anlamaya çalışıyorum. Atletico Madrid diyorlar ve bir de vole vurur gibi hareketler yapıyorlar anlıyorum. “Haaa Arda” diyorum, hatta dilleri döndükçe onlara Arda demeyi öğretiyorum. Karşılarına çıkan Türk, futboldan hiç hazzetmeyen biri olunca Ada’nın Arda olduğunu anlaması da zaman alıyor tabii ki.
Eski Havana’nın turistik ön yüzü hiç fena değil ama arka sokakları cidden “eski”. Turistik, şık sayılabilecek kafe ve barların, hediyelik eşya mağazalarının yerini arka sokaklarda yıkık dökük evler alıyor. Bu arka sokak sakinlerinin çoğu da tatil gününü kapılarının önüne çıkardıkları sandalyelerinde oturup, sohbet ederek, bir şeyler içerek bazen de sadece kara kara düşünerek geçiriyorlar.
Arada sadece yıkık dökük olmalarından ötürü ürkütücü gelse de gerçekte çok güvenli arka sokaklardan daha şık turistik sokaklara, oradan da San Francisco Meydanına (Plaza de San Francisco) geçip meydandaki modern heykellere bir göz atıyoruz. Fidel’in rejimi sanata her zaman destek vermiş. Heykel sanatı ile olan imtihanını bir türlü verememiş bir ulusun temsilcisi olarak Havana’nın her köşesinde ilginç heykellerle karşılaşmak, Bende ister istemez bir kıskançlık yaratsa da keyifli oluyor.
Sonra ismini bir kenarında yer alan San Cristobal de La Habana Katedralinden alan Plaza de Catedral’e bir göz atıp, hemen yakınındaki Plaza de Armas’a geçiyoruz. Oradaki küçük parkta sabah Devrim Meydanında birbirimizi kaybettiğimiz grubun kalanı banklara oturmuş soluklanıyorlar, onlara katılıyoruz.
Plaza de Armas’ın doğu köşesindeki Palacio de los Capitanes Generales bir zamanlar Havana Valisine ev sahipliği yapmış. Sömürge döneminde tüm Küba’nın en yüksek otoritesi olan Valiye Capitanes Generales denirmiş. Bugün binada Şehir Müzesi yer alıyor ama daha ilginç olan sarayın ön tarafındaki ahşap kaplı cadde. Tahtadan Arnavut Kaldırımı bir cadde yani. Bir rivayete göre Vali caddeden geçen at ve arabaların çıkardığı gürültüden Eşi rahatsız olmasın diye caddeyi ahşapla kaplattırmış.
Plaza de Armas’dan öğle yemeği için La Barca Restorana geçiyoruz. Mekan güzel, balık güzel, ikram edilen Mohito fena değil… Bu restoranla ilgili aklımda kalan ilginç bir detay da bir köşesindeki duvarda asılı fotoğraflar; daha önceden yemek yiyen ünlü konukların restoranda çekilmiş fotoğrafları var: İlk bakışta tanıdıklarım 2008 yılı yapımı Che filminde de oynayan Benicio del Toro ve NBA yıldızı Carmelo Anthony.
La Barca’dan sonraki durağımız neredeyse Küba’ya gelen her Türk Vatandaşının hac mekanı olan Atatürk Anıtı… Restoranın da üzerinde yer aldığı Puerto Caddesi, Avenida del Puerto üzerindeki küçük bir parkın içinde yer alan Atatürk Anıtının hikayesi ise şöyleymiş:
Anıt 2008 yılında Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin, Ankara’da Çankaya parkında açılan heykelinin ardından, Küba Büyükelçiliğimizin girişimleriyle açılmış. Her iki heykel de, yani Jose Marti ve Mustafa Kemal’in heykelleri, heykeltıraş Metin Yurdanur’un eseri.
İtiraf etmeliyim ki görüntüsü itibariyle herhangi bir orta öğretim kurumumuzda yer alan sıradan bir Atatürk büstünden farkı olmayan bu heykelin bu kadar yeni olmasına şaşırdım. Ben açıkçası bu anıt, hakkındaki şehir efsaneleri dikkate alınırsa 1950 veya 60’lardan kalmadır sanıyordum. Hani vardır ya efsaneler; Fidel Castro Atatürk’e olan büyük saygısından Küba’ya Atatürk’ün heykelini diktirmiş veya Küba’da heykeli olan tek yabancı devlet adamı Atatürk’müş gibi.
İşte bu efsaneler külliyen yalan. Castro, büyük ihtimalle kendisi gibi emperyalizme karşı zafer kazanmış Atatürk’e mutlaka saygı duymuştur, duyuyordur. Fakat anıt onun isteğiyle değil tamamen bizim Büyükelçiliğin çabalarıyla açılmış. Ayrıca aynı parkta başkalarının da büst veya heykelleri var. Hatta Havana’da konakladığımız Melia Habana Hotel’in çok yakınlarında, otele her giriş çıkışta gözüme takılan Yasser Arafat’ın bir büstü vardı.
Benim için Küba’da Atatürk’ün tanınması anlamında bu sıradan heykelden çok daha önemli olan Trinidad sokaklarında karşılaştığım emekli Dr Jose de Lois’in sözleriydi. Bırakın Türkiye’yi yaşamı boyunca Küba dışına bile çıkmamış bu yaşlı adam Atatürk’ten “Mustafa Kemal” diye söz etmiş, “Türkiye’nin kurucusu büyük devlet adamıdır” demişti. (Merak edenler için: Küba Notlarım 3; Trinidad de Cuba)
Aslında gönül isterdi ki; Havana’da çok daha merkezi bir yerde, mesela Plaza de San Francisco’nun bir köşesinde, bunun gibi sıradan değil de, çok daha modern, estetik, sadece Atatürk’ün suretini gösteren değil de kişiliğini de yansıtan bir heykel olsun.
Ama yukarıda bir yerlerde de dedim ya; ne de olsa heykel sanatı ile imtihanını verememiş bir ulustanız.
Son sözüm de şudur: Yahu Allah aşkına Mustafa Kemal’in büyük bir devlet adamı olduğunu dünyanın geri kalanının teyit etmesine ihtiyacımız mı var? Boş verelim dünyadaki Atatürk izlerinin peşinden koşmayı ve ülke sınırları içinde izinden gidelim…
Bir sonraki bölümde Havana’ya devam edeceğim.
Ve son olarak Fotoğraflar: