Küba’ya o kadar çok giden ve o kadar çok Küba’yı yazan var ki. Sanırım bu güzel ülke hakkında gökyüzü altında söylenmedik söz, çekilmedik fotoğraf kalmamıştır.
Olsun, ben de Küba’ya gidip geldim. Hem de 2015 yılının o hafif yağmurlu 1 Mayıs sabahında Havana’nın Devrim Meydanındaydım. İşte bunlar da benim izlenimlerim.
Büyük ihtimal çok farklı bir şeyler söyleyemeyecek olsam da…
Girizgah
Aslında yazmaya kafamın içinde henüz Küba’yı gitmeden başlamıştım.
Antalya’da Starbucks’ın birinde oturmuş, 300 miligram kafeinle yüklü extra Espresso ilaveli Grand Caffe Americano’mu içiyor internette Küba hakkında yazılanları okuyordum.
Küba’ya methiyeler düzen eski toprak romantik devrimcilerin yazdıklarına baktım. Ardından da Küba’yı “Fakirlik diz boyu, o yok bu yok, Soyalizm çok boktan” mealinde cümlelerle yerin dibine batıranlara. Küba’yı yerin dibine batıran yazıların açık ara en önyargılı, en yanlı ve en komiği Fatih Altaylı’nın yazdıkları bu arada. Eğer boş vaktiniz varsa okuyun derim.
Sonra “eniyisi kendi gözlerimle görmek” deyip blogları okumayı bıraktım ve bilgisayarımı kapatmadan önce The World Clock isimli siteye girip kolumdaki saati, bizimkinden 7 saat gerideki Havana zamanına göre değiştirdim.
Starbucks’da oturduğum o Cumartesi gününün (26.Nisan.2015) hemen ardından, Seyyahhane’den Sevgili Sinan’la birlikte Küba’ya gittim. Yani Turla. Yazının buradan sonrasını “Turla gidene turist derler, gezgin olmanın şartı ise tek başına gezmektir” gibi son derece “derin” fikirleri olanlar okumasınlar lütfen.
Ve eğer kimilerine göre zinhar “gezgin sayılmayacak” olan bendeniz tarafından yazılmış bu seyahatnameyi okumaya karar verdiniz, devam ediyorsunuz madem bir uyarı daha yapayım. Önceden yazdıklarıma aşina olanlar bilirler ki, benimkisi sadece kişisel gözlemlerimi, gitmeden ve özellikle de gidip geldikten sonraki okumalarımdan, araştırmalarımdan, izlediklerimden aklımda kalanları paylaştığım kişisel bir seyahatname. Yani bir seyahat rehberi değil. Büyük ihtimal bu sitede Havana’dan Santa Clara’ya nasıl ve kaça gidilir gibi bir sorunun yanıtını burada bulamazsınız, ama Santa Clara’daki Che’nin anıt mezarı hakkında büyük olasılıkla bir sürü şey yazacağım.
Çok sıkıcı bir girizgah olmaması adına aperatif birkaç fotoğraf, arz ederim efendim:
Küba notlarına başlamadan önce “Neden Küba?” sorusuna yanıt vereyim.
Aslında Küba’ya gitmeyi yıllardır bir yandan çok isterken diğer bir yandan da sürekli erteledim. “Eninde sonunda nasıl olsa gideceğim” diye düşünüp önceliği gidilmesidaha zor coğrafyalara verdim sanırım. Oysa muhtemelen her gezgin gibi benim de “Fidel Castro ölmeden Küba’ya gitmek lazım” cümlesini ortamlarda defalarca telaffuz etmişliğim vardı. Fidel bu konuda, sağ olsun elinden geleni fazlasıyla yaptı; 89 yaşında… Allah uzun ömürler versin. Fakat, her ne kadar Küba’lı meslektaşlarımın işlerinde ne kadar iyi olduklarını cümle alem bilse de, çok da zorlamamak lazım. Lazımdı…
(Bu satırları yazıp Küba’ya gidip geldikten bir buçuk yıl kadar sonra, Kasım 2016’da Fidel hayata gözlerini yumdu, Huzur içinde yatsın.)
Evet benimkisi biraz Küba’yı görmeyi istemekten çok artık “klasik” Küba’yı görmek için son fırsat kaçtı kaçıyor şeklinde bir gezi oldu, itiraf ediyorum.
Küba yolculuğuma ciddi de bir heyecanla başladım. Yok öyle insanın içi içine sığmayan heyecanlardan değil. Dudağında uçuk çıkmasına neden olanlardan…
Antalya’dan gece yarısı İstanbul’a uçup, havalimanında birkaç saat geçirdikten sonra sabah 06.00’da Amsterdam aktarmalı Havana uçuşuna binme planım neredeyse bir felakete dönüşecekti. Tam da o gün, THY’nin Milano’dan gelen uçağının motorlarından birinin yanması ve acil iniş yapması nedeniyle Atatürk Havalimanının pistlerinden biri kapatıldı.
Ve ben akşam üzeri valizimi yerleştirmeyi henüz bitirmiş TV’de izlenecek bir şey var mı diye bakarken cep telefonuma gelen sms ile İstanbul uçuşumun iptal edildiğini öğrendim. Hemen THY’yi aradıysam da bilet paramı kredi kartıma iade etmek dışında bir yardımları olmadı. Tabii ki ertesi sabah Küba’ya gidecek olmam kimsenin umurunda değildi.
Arkasından hemen Onur Air’in İstanbul Atatürk’e 20.25’de kalkan uçağına bilet bulabildim ve planladığımdan daha erken ve iki ayağım bir pabuca girmiş bir şekilde havalimanına doğru yola çıktım.
Daha havalimanına bile varmamışken bir mesaj da Onur Air’den geldi; “Sayın yolcumuz seferiniz iptal edilmiştir, başınızın çaresine bakın” diye.
Sonrası hafiften bir gerilim filmiydi. Havalimanı yolunda bir yandan “Antalya-İstanbul arası kaç kilometredir ki, şimdi çıksam kaç saate varırım?” diye düşünürken diğer yandan cep telefonumdan bilet aramak, Atatürk Havalimanına bilet bulamadığım için Sabiha Gökçen’e uçup, oradan Atatürk’e geçmek gibi sahneler içeren bir film.
Sonrasında sorunsuzbir şekilde sabah 06.00’da önce Amsterdam’a, Schiphol’deki 2 saatlik kısa molanın ardından da Havana’ya uçtuk. Meraklısına not Amsterdam – Havana uçuşu 10 saat 20 dakika sürüyor.
Yeri gelmişken bir uyarıda bulunmak istiyorum. Küba benim Antalya’dan İstanbul’a, ardından da dünyanın bir yerlerine uçtuğum sanırım 9. seyahatimdi. Bazıları bağlantılı uçuşlardı, bazılarında ise bağlantı şansım yoktu (Küba’ya giderken KLM’in bağlantı vermemesi gibi..) Ve bu uçuşların da yalnız birinde İstanbul’a bir gece önceden gittim. Zaman zaman “Bu Antalya-İstanbul uçağını kaçırsam, uçak kaçırılsa veya hava şartlarından falan uçamasam ne kötü olur yahu” diye aklıma geldiği olmuştu ama o durumda ne yaparım diye hiç ciddi ciddi düşünmemiştim açıkçası. Bu konudaki haklarım neler, ya da herhangi bir hakkım var mı bilmiyorum. Bilen veya başına gelen varsa bana anlatıversin lütfen.
Ve Havana veya Kübalıların dediği gibi La Habana;
Havana’nın ismini Kübalıların ulusal kahramanları Jose Marti’den alan ve pek de gösterişli diyemeyeceğim Uluslararası Havalimanına indiğimizde bizi karşılayan sıcak ve fazlasıyla nemli bir hava oluyor. Birkaç gün sonra ayak üzeri sohbet ettiğim bir taksi şoföründen öğreniyorum ki son bilmem kaç yılın en sıcak mayıs ayıymış. Hemen ardından uzun pasaport sırasında beklemeye başlıyoruz. Uçaktan inen yolcuların arasında o kadar çok Türk var ki. Ve tüm seyahat boyunca nereye gidersek gidelim o kadar çok Türk’le karşılaştık ki.
Pasaport kontrolündeki sevimli Kübalı bayan ile aramda şöyle bir diyalog geçiyor:
“Amsterdam’a nereden uçtunuz?”
“İstanbul, Türkiye”
“Son aylarda Afrika’da bulundunuz mu?”
“Son aylarda değil ama geçen ekimde Afrika’daydım, Namibya,Botsvana ve Zimbabve’ye gittim” Hava atmıyorum. Ben bunu söylerken pasaportumdaki vizeleri inceliyor zaten.
“Sierra Leone, Liberya veya Gine’ye seyahat ettiniz mi?”
“Hayır, Ebola değilim, sağlıklıyım. Konu hakkında da bilgi sahibiyim, Doktorum Ben” Gülümsüyor.
“Have a nice holiday in Cuba” Pasaportuma girişi damgasını basıyor.
Tam da bu noktada herkesin bildiği ama madem seyahatname yazıyoruz, yazmazsak ayıp bir konudan söz edelim. Malum Küba vizesi sorunlu olarak bilinir. Hani derler ya pasaportunuzda Küba vizesi varsa ABD’ye giremezsiniz falan diye. İşte o yüzden Küba vizesi sticker şeklinde pasaportunuza yapıştırılan bir vize değil, küçük kağıt bir belge şeklinde. Çıkarken de geri alıyorlar. Giriş çıkış damgası ise var. Ama ben şahsen, hele de bu saatten sonra pasaportunuzdaki Küba’ya ilişkin herhangi bir izin ABD için sorun olacağını sanmıyorum. Ki bu yazıyı yazdığımdan bu yana köprülerin altından çok sular aktı…
Havalimanı çıkışında bizi Seyyahhane’den Sevgili Sinan karşılıyor. Çıkmadan adettendir ya döviz bozduralım diyorum, ama Sinan “burada kuyruk olur, otelde bozdurursunuz” diyor. Havalimanında bozdurmak ile otelde bozdurmak arasında kur açısından fark yokmuş ve haklı kuyruk çok uzun.
Bu arada kusura bakmazsanız şu Küba’daki yerel halk ve turistler için ayrı, 2 farklı para birimi olayını bir de ben anlatmayayım. Hemen tüm seyahat sitelerinde var zaten. Tek bir not, turistlerin kullandığı CUC’a (kuk diye telaffuz ediyorlar) halkın argo bir isim verip vermediğini çok merak ettim, birkaç kez de sordum ama yokmuş. Oysa ben Kübalılardan hafif alaycı argo bir sözcük beklerdim. Belki de vardır ve bir turist ile paylaşmak istememişlerdir, umarım…
Havalimanı çıkışı başkent Havana’ya otobüsten meraklı gözlerle şöyle bir bakıp ilk durağımız Varadero’ya yöneliyoruz. Eski model “Americano” otomobilleri, bakımsız hatta harabe görünümlü binaları ve hayatımda ilk kez gördüğüm sokakta beysbol oynayan çocukları heyecanla izliyorum.
Varadero, Havana’nın 140 kilometre doğusunda ve Karaiplerin en ünlü tatil merkezlerinden biri. Varadero’nun üzerinde yer aldığı Hicacos Yarımadası 20 kilometre uzunluğunda, en geniş yeri 1,2 kilometre ve anakaradan dışarıya adeta bir baston veya hokey sopası gibi uzanıyor. Dar yerleri ise birkaç yüz metre ve iki tarafı deniz bir yolda seyahat etmek çok keyifli.
Bu ince uzun kara parçası üzerinde bir sürü Küba standartlarına göre oldukça kaliteli, Antalya’dakilere kıyasla ise “eh işte fena sayılmayacak” otel var. Varadero’nun her türlü standardın çok üzerindeki özelliği ise muhteşem denizi. Üstelik de yarımadanın şeklinden ötürü otellerin her iki tarafında birden deniz var.
Tam da burada hemen tüm seyahat blogger’larının dediği bir şeyden söz etmeli; “Varadero Küba falan değil, boşuna zamanınızı harcamayın”.
Evet Varadero Küba değil. Bizim Akdeniz Sahillerindekiler gibi all-inclusive yani her şey dahil otellerde insanların deniz güneş ve kumun tadını çıkardığı, gerçek Küba ile alakası olmayan turistik bir yer. Peki zaman harcamak boşuna mı? İşte burada one minute demek istiyorum izninizle…
Yıllardır Antalya’da, Konyaaltı plajına 15 dakikalık yürüme mesafesindeki evinde yaşayan biri olarak bu deniz güneş kum tatillerine hiç özenmedim. Hele her şey dahil otellerden hiç mi hiç hazzetmedim. Seyahatlerimde konakladığım otellerden de genellikle sabahın köründe ayrılıp, gecenin bir vakti döndüm. Fakat Varadero’daki Melia Varadero Hotel’de geçirdiğim o kısa süre gerçekten keyifliydi, her şey dahil olmasına rağmen.
Sinan, Havana’dan Varadero’ya kadar yol boyunca bize kalacağımız otelin Küba’nın en iyi otellerinden biri olduğunu, ama turun geri kalanında otel konusunda beklentimizi yüksek tutmamamızı, Küba’nın geri kalanında konaklama konusunda standartların pek iyi olmadığını söyledi durdu.
Ve haklıydı. Melia Varadero’yu yıllardır Antalya’da tonlarca otele girip çıkmış biri olarak ben cidden beğendim. (Bu arada bir yanlış anlama olmasın, seyahatlerimde konaklama ve yemek konusunda asla çok beklentim olmaz. Her koşulda uyur, yemek yerine bir paket Oreo ile bile idare edebilirim. Yeter ki o coğrafyada olayım).
Melia, İspanya merkezli bir otel zinciri. Küba’daki otellerinde, ikisinde konakladığım birden çok hotelleri var, çalışanlar Kübalı. Küba hükümeti şöyle bir şart koşmuş: Otel çalışanlarının maaşları İspanya standartlarına göre belirlenecek, ama çalışanlara değil hükümete ödenecek. Hükümet ise çalışanlara Küba standartlarına göre maaş verecek. Küba’daki tüm turistik otellerde aynı kural geçerliymiş.
Bu hükümetin çalışanların sırtından fazladan gelir elde etmesi durumu kulağa pek hoş gelmese de adil bir tarafı da var. Çünkü Küba’nın koşulları farklı. Dışarıdan bakıldığında ortalama maaşlar çok düşük gibi görünse de insanlar yaşamlarını belirli bir standartta sürdürüyorlar. Lütfen şimdi biri kalkıp da ama Küba’da doktorlar ayda 60 Dolar kazanıyorlarmış gibi sığ bir yorumda bulunmasın olur mu? O 60 dolarla nasıl yaşayabildiklerine bakmak lazım. Belki I phone’ları yok ama sağlık, eğitim, barınma ve daha bir çok için para ödemek zorunda değiller.
Diğer taraftan olaya bir de şu açıdan bakmak lazım; Eğer yabancı otel zincirlerini serbest bırakacak olursanız bir bakmışsınız Tenerife’deki otellerinde resepsiyonda çalışan elemanına ayda 1000 Dolar veren Melia’cılar, Varadero’daki otellerinde aynı işi yapana 50 Dolar veriyorlar. Bir nevi giydiğimiz Nike’ların yapıldığı Çin’deki fabrikalarda çalışanlara üç kuruş para verilmesi olayı… (Bu arada rakamları tamamen salladım, İspanya’da otel resepsiyonunda çalışan kaç para alır hiç bir fikrim yok. Ama Melia’nın Tenerife’de oteli var.)
Otele girdiğimizde hava kararmak üzereydi, bir geceyi Antalya’dan İstanbul’a gelirken ve havalimanında bir diğerini uçakta harcamıştım. Saat farkı sersemliğinden kaç saat olduğunu bile hesaplayamadığım bir süredir yatak yüzü görmemiştim ve çok yorgundum. Normalde hiç hazzetmeyeceğim açık büfede bir şeyler yedikten sonra odaya çıkıp yattım. Ki yemekler de hiç fena değildi…
Ertesi sabah erkenden soluğu sahilde aldım. Ve tüm gün karayiplerdeki her şey dahil otelin tadını çıkardım. Saatlerce turkuaz sularda yüzdüm, sahildeki şezlonglardan birine uzanıp bir sürü Pina Colada ve Mohito içtim. Sahilde beyaz kumların üzerinde yürüdüm. Belki de ilk kez bir seyahatimde bir tam günü otelimden çıkmadan ama inanılmaz keyif alarak geçirdim.
Kıskandırmak gibi olmasın ama işte size Varadero Melia Varadero Hotel‘den fotoğraflar:
Evet Girizgah kısmı pek Küba tadında olmadı farkındayım ama bir şekilde başlamak lazımdı. Bir sonraki bölümde favori şehirlerim listesine giren Trinidad var.
Ama işe yarar birkaç bilgi vermek adına size Küba’ya gitmeden önce yapılsa hiç de fena olmaz şeyler listesi yapayım bari:
- Kesinlikle biraz olsun Latin dansları dersi alın. Akşamları çıktığınızda, ki mutlaka çıkacaksınız, hemen tüm barlarda herkesler dans edip, siz de kendinize hakim olamayıp ancak olduğunuz yerde sağa sola sallanırken “yahu birazcık dans bilseydim bari” diye hayıflanmayın.
- Rom ile yapılan kokteyller hakkında bilgi sahibi olmak yararlı olabilir; Mohito, Pina Colada, Daiquiri…
- Küba’ya gittiğinizi duyan tüm arkadaşlarınız size “Bir puro getirirsin artık” benzeri şeyler söyleyeceklerdir, aman dikkat. Puro çok pahalı bir şey, hele de meşhur Küba puroları. Sakın kimselere söz vermeyin. Bir de puroların nasıl yapıldığıyla ilgili malum efsaneler külliyen yalan, boşuna hayal kurmayın.
- Küba Devrimi konusunda Fidel ve Che dışında bir şeyler öğrenmek de yararlı olabilir. Söz gelimi ben Camilo Cienfuegos’un ismini Küba’ya gitmeden önce hiç duymamıştım, utandım. Eğer siz de şu anda ilk kez duyduysanız sonraki bölümlerde ben anlatırım, rahat olun.
- Politik görüşünüz her neyse, geride bırakın. En azından bırakmayı deneyin. Ne attığınız her adımda fakir ama onurlu ve bir o kadar da mutlu Küba halkını arayın ne de tam tersine sosyalizmin aslında ne kadar boktan bir şey olduğunu ispata çalışın. Rahat olun, gezin ve eğlenin.
- Son olarak İspanyolca bilmeseniz bile şu 3 şarkıdan en az 2’sinin sözlerini mırıldanacak kadar öğrenin; Hasta Siempre, Chan Chan ve Guantanamera. Gittiğiniz hemen her yerde bu 3 şarkıyı duyacaksınız çünkü… Benim önerim Chan Chan ile uğraşmayabilirsiniz, onu mırıldanmak İspanyolca bilmiyorsanız biraz zor gibi. Yok eğer bu şarkıların birini bile duymadıysanız ise Küba iyi bir fikir olmayabilir...
Sürecek…