Washovski kardeşlerin efsane filmi Matrix’i seversiniz değil mi? Kim sevmez ki?
Peki Matrix’le Buenos Aires arasındaki bağlantı ne mi? Tamam bir dakika, yazıyorum.
Hani fimde Cypher’ın arkadaşlarını “sattığı” sahne vardır. Ajan Smith’le bir restoranda, çatalının ucundaki bifteğe bakıp “bu bifteğin aslında var olmadığını biliyorum” diye başlayıp da “Cehalet mutluluktur” diye bitirdiği o konuşmayı hatırlarsınız. Hani Ajan Smith’le pazarlık eder ve ihanetinin karşılığını da şöyle belirler: “Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum. Anlıyor musun? Ve zengin olmak istiyorum, bir aktör gibi önemli biri olmak istiyorum…”
Arkadaşlarıma ihanet eder miydim bilmiyorum, sanırım etmezdim, ben büyük olasılıkla baştan mavi hapı alırdım. Ama eğer Cypher gibi bir seçme hakkım olsa muhtemelen ben şöyle derdim: “Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum. Anlıyor musun? Zengin olmak da o kadar önemli değil ama Buenos Aires’te doğayım…”
This city that I believed was my past,
is my future, my present;
the years I have spent in Europe are an illusion,
I always was (and will be) in Buenos Aires.
Jorge Luis Borges
“Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” diyen Yahya Kemal misali Arjantinli büyük şair ve yazar Borges de “Geçmişim, geleceğim ve şu anım olduğuna inandığım şehir/ Avrupa’da geçirdiğim yıllar bir yanılsamaydı, daima Buenos Aires’te oldum ve olacağım” demiş. İlk bakışta Buenos Aires Paris veya Barcelona’yı anımsatsa da…
Tüm Amerika kıtasında, Kuzey Amerika’nın o havalı şehirleri de dâhil en çok görmek istediğim şehir hep Buenos Aires oldu.
Dolayısıyla THY’nin toplam 17 saatlik uçuşuna katlanmak pek de zor olmuyor. (İstanbul Sao Paolo 13 saat, Sao Paulo’nun Guarulhos havalimanında uçak içerisinde bekleme 1 saat ve ardından Buenos Aires’e uçuş 3 saat).
Gece yarısına doğru indiğimiz Buenos Aires’in resmi adı Ministro Pistarini Uluslararası Havalimanı olup da herkesin Ezezia dediği havalimanından direk otelimize geçtiyoruz. Pistarini Arjantinli bir general ve devlet adamı, Ezezia ise havalimanının bulunduğu semt. Fakat havalimanının kodu EZE, yani kıssadan hisse: Olmuyor, sonradan değiştirilen isimler tutmuyor…
Aracımız Buenos Aires şehir merkezine doğru ilerlerken gözlerim dışarıda, zihnimde beliren bir sürü imge: Anımsadığım ilk dünya kupası, 1978’den kalma “Argentina-Argentina!” sesleri, Kempes- Tanrı’nın Eli Maradona- Messi, yıllar önce Antalya’da bir sinemada kötü ses düzenine rağmen keyifle izlediğim Madonna ve Banderas’lı Evita, NBA’li Emanuel Ginobili ve Luis Scola, en iyi yabancı film Oscarlı “Gözlerindeki Sır” filminden Benjamin Esposito ve güzel gözlü yargıç Irene Menendez, Astor Piazzolla’nın Libertango’su eşliğinde Tango yapan kadın ve erkek siluetleri, Falkland savaşı ve 1 sırt numaralı Ardiles…
Oysa Havalimanından otele giden yolda ise bu imgelerden sadece Messi’li reklam panoları var!
Otelimiz Bristol şehir merkezinde. Hatta o kadar merkezinde ki şehrin imgelerinden Dikilitaş “Obelisco” 67,5 metre yüksekliğiyle penceremin hemen dışarısında.
Obelisco Dünyanın en geniş bulvarı 9 de Julio -yani 9 Temmuz Bulvarı- ile Corrientes Caddesinin kesiştikleri noktada. Şehrin kuruluşunun 400. yılı anısına 1936’da inşa edilmiş.
1973 yılında Isabel Martinez de Peron’un başkanlığı döneminde Obeliskin üzerine takılmış halka şeklindeki tabelada bir yazı dönermiş; “El silencio es salud”. “Sessizlik Sağlıktır” anlamına gelen bu mottonun görünürde çok gürültü çıkartan motosiklet kullanıcılarına yönelik olduğu iddia edilse de Arjantinliler bunun politik görüşlerini kendilerine saklamaları konusunda bir uyarı olduğunun farkındalarmış…
BUENOS AIRES TARİHİ
Conquistator “fatih” Francisco Pizarro 1506’da Peru’lu İnka’ların kaderini sonsuza kadar değiştirmek üzere Güney Amerika’ya ayak basarken aynı günlerde İspanyol Aristokrat Pedro de Mendoza da yanındaki 1600 kadar yerleşimci ile birlikte bugünkü Buenos Aires topraklarına çıkar.
Mendoza bölgedeki yerli Querandi’ler ile uzlaşmak isterse de başarılı olamaz. Yerlilerden yiyecek temin edemeyen yerleşimciler ilk 18 ayın sonunda sayılarının üçte ikisini kaybederler. Geride kalanlar ise Paraguay’a göç edip bugünkü başkent Ascuncion’u kurar. – Oysa Pizarro yaklaşık 200 adamıyla çıktığı Peru topraklarında Avrupa’dan getirdiği Çiçek hastalığının da yardımıyla neredeyse yerli merli bırakmamıştı! –
Sonraki deneme 1580’de olur. Bu kez Paraguay’dan nehir yoluyla Juan de Garay önderliğinde gelir yerleşimciler ve şehri yeniden kurarlar. Artık ihtiyaçları Asuncion’dan nehir yoluyla gelmektedir. Mendoza’nın ilk gelişinde Avrupa’dan getirdiği atlar pampalarda hızla çoğalmışlardır ve bölge de tarıma son derece elverişlidir. (Pampa; Güney Amerika’ya özgü otluk stepler)
Fakat şehrin sonraki 2 yüzyıl boyunca büyümesi pek hızlı olmaz. Çünkü pampalar tarım için son derece elverişli olsa da gümüş yoktur. Oysa İspanyollar, altın ve gümüş diyarı And’lardan doğup Buenos Aires’e kadar ulaşan nehre, değerli madenleri bulacakları inancıyla Plata yani gümüş ismini vermişlerdir bile…
Daha sonra gelişen teknoloji sayesinde –buharlı gemiler, demiryolu, gelişen soğutma sanayii vs.- pampaların zenginliği Avrupalıların ilgisini çeker. Lezzetli Arjantin biftekleri Avrupa sofralarında ulaşabiliyordur. Ardından yatırımlar başlar ve yatırımlar sayesinde ortaya çıkan iş olanakları Avrupa’dan göçmen akınına yol açar. Bu da Buenos Aires’in dünyada pek az şehre nasip olacak bir hızla büyümesini sağlar. 1800’lerin sonundan itibaren başta İtalyanlar olmak üzere Avrupa’dan gelen göçmenler, şehri yaklaşık 1 milyon nüfusla Güney Amerika’nın en büyük şehri yaparlar.
Bu göçmenlerin bir kısmı da bugün Arjantin’de ve kıtanın diğer pek çok yerinde karşınıza çıkan “El Turco” sözcüğünün müsebbibi.
Aralarında, Müslümanların, Ermenilerin ve Marunîlerin (Katolik Süryaniler) de bulunduğu ama istisnasız hepsinin Osmanlı pasaportu taşıdığı bu insanlara, gittikleri yerlerde verilen ortak isim ise “El Turco” olmuş. Arjantin, Brezilya ve Şili gibi Güney Amerika ülkelerine yerleşen El Turco’ların bugün sayıları 20 milyonun üzerindeymiş. Büyük Usta Marquez’in “Santiago Nasar öldürüleceği günün sabahında, saat altı buçukta dışarı çıktı.” cümlesiyle başlayan Kırmızı Pazartesi romanındaki Santiago Nasar bir El Turco’dur sözgelimi. Keza 1989-99 yıllarında Arjantin’i yöneten Devlet Başkanı Carlos Menem de öyle, ki lakabı da El Turco’ydu zaten anımsarsınız…
Bugün Buenos Aires, yaklaşık 3 Milyonluk nüfusuyla Güney Amerika’nın Sao Paulo’dan sonra ikinci büyük şehri ve kesinlikle kültürel Başkenti.
Şehrin ismi Rio de Plata’nın yani Plata Nehri’nin denize döküldüğü topraklara ilk kez ayak basan İspanyol ve Portekizli denizcilerin koruyucu azizlerinden (Patron Saint) geliyor; Nuestra Senora de Santa Maria del Buen Aire…
Buenos Aires “iyi rüzgârlar, güzel havalar” demek.
Buenos Aires’teki ilk günümüze yarım günlük panoramik şehir turu ile başlıyoruz. Şehrin önemli binalarına ya da anıtlarına çoğu zaman otobüsün penceresinden şöyle bir baktığınız, rehberin söylediklerini dinlemek yerine sokakları izlediğiniz türden bir tur. Ben genellikle dinlemem de, fotoğraf çekerek notlar alır, döndüğümde kendim araştırırım.
Bir de üzerine yerel rehberimiz Sonia pek de sevimli değil. Sürekli Arjantinlilerin ne kadar zeki ne kadar eğitimli olduklarından, diğer Güney Amerika halklarına göre ne kadar ileri olduklarından söz edip duruyor.
Buenos Aires ile ilgili ilk izlenimim; Geniş Bulvar ve caddeleri ve mimarisiyle adeta bir Avrupa şehri. Güney Amerika’nın entelektüel başkenti olduğunu fark etmeniz ise sadece dakikalarınızı alıyor. Sinema, tiyatro, bale, müzikal, sergi afişleri her yerde. Ve kitapçılar, çok fazlalar.
LA BOCA
Araçtan ilk indiğimiz noktada uzaklardan dünyanın sayılı futbol tapınaklarından Boca Juniors’un maçlarını oynadığı, lakabı yapı olarak bir kutuya benzediğinden ötürü “La Bombonera” yani “Çikolata Kutusu” olan stadyumun fotoğraflarını çekiyoruz. Önemli bir yer. Malum, Armando Diego Maradona futbola burada başladı..
Boca Juniors taraftarları tribünlerde çılgınca zıpladıkça stadyum hafiften sallanırmış ve denirmiş ki; “La Bombonera no tiembla, late!” Yani; La Bombonero titremez, ritim tutar!)
Boca Juniors’un renkleri sarı-lacivert. Neden sarı-lacivert olduğunun hikayesi ya da efsanesi ise şöyle: Aslında takımın ilk renkleri siyah-beyazdır. Fakat aynı renklere sahip şehirde bir takım daha vardır; Nottingham de Almagro. İki takım siyah-beyaz renkler için maç yaparlar. Boca Juniors kaybeder. Bunun üzerine limana girecek ilk geminin bayrak renklerini, forma rengi olarak seçmeye karar verirler; İlk giren de bir İsveç gemisidir.
La Bombonera’nın -aslında stadyumun adı Estadio Alberto J. Armando- dış duvarlarındaki resimlerde takımın tarihinde önemli anlar betimlenmiş. Forma hikayesi de dahil.
Stadyumu dışarıdan izleyip, birkaç fotoğraf çektikten sonra sonraki durağımız La Boca’ya geçiyoruz. La Boca ismini Riachuelo (veya Matanza) nehrinin ağzında yerleşmesinden almış ve İspanyolca’da ağız demek. Çoğunluğu İtalya’nın Cenova kentinden gelen göçmenler tarafından kurulan bu semt rengârenk binaları ile meşhur.
Semtin içerisindeki araç trafiğine kapalı yol “Caminito” fazlasıyla turistik. Rengârenk binaların her biri ya hediyelik eşya dükkânı ya da restoran veya kafe. Girişteki küçük meydanda birkaç Peso karşılığında sizinle fotoğraf çektirmeye istekli hatta ısrarcı tango kostümleri içerisinde bayan ve erkekler ve “çakma” Maradona’lar mevcut.
Bu arada elimde olmadan ya da alternatif bulamadığımdan şu “turistik” sözcüğünü zaman zaman kullanıyorum ama inanın hoşnut değilim bu durumdan. Sonuçta hep kendimize gezgin, başkalarına turist yaftasını yakıştırıyoruz ama nedense çoğu zaman aynı yerlerde dolaşıp duruyoruz. Yani Buenos Aires’e gidip de La Boca’ya cidden “orası çok turistik Abi, racona ters” diye gitmeyen var mıdır?” Varsa yaptığı doğru mudur? Sözgelimi grafitiler çok güzel, asla kaçırmamalı. Veya cidden gittiğimiz şehirlerde “çok turistik” diye nitelendirdiğimiz yerlerin üzerini çizersek gidecek yer kalır mı? Ya da ne bileyim turistlere yasak olup da sadece gezginlerin adım atabildiği, gittiğiniz için ortamlarda ekstra saygı görmenizi sağlayacak yerler cidden var mıdır?
Hadi şu “turistler” ile ilgili ilk eleştiriyi günahsız olanımız yapsın…
Neyse La Boca diyordum; 1882 yılında uzun süren bir grevin ardından Bocalılar biz ayrıldık deyip bağımsızlıklarını ilan etmişler. Hatta Cenova bayrağı bile asmışlar. Tabii ki bu başkaldırı uzun sürmemiş fakat bölge zaman içerisinde “La Boca Cumhuriyeti” diye anılır olmuş.
Açıkçası La Boca çok da etkilendiğim ya da Caminito’yu adımlarken çok da keyif aldığım bir yer olmadı, grafitiler hariç fakat naçizane tavsiyem Buenos Aires’e kadar gelmişken görmek lazım.
La Bombonera ve Boca Cumhuriyeti’nden fotoğraflar:
PLAZA DE MAYOR
Sonraki durağımız Plaza de Mayor. Bir anlamda şehrin kalbi.
Meydandaki iki önemli yapı var. İlki Buenos Aires Metropolitan Katedrali. Diğeri ise meşhur “Casa Rosada” yani Arjantin Devlet Başkanının idari ikametgâhı olan Pembe Saray. Diğer bir ismi de Casa de Gabierno olan sarayın balkonundan Evita Peron, devlet başkanı olduğu cunta döneminde 30 bin kişinin ortadan kaybolduğu General Galtieri ve hatta Maradona kalabalıkları selamlamışlar.
Plaza de Mayo deyince tabii ki “Madres de Plaza de Mayo” yu da anlatmalı. Yani Plaza de Mayo Anneleri. Arjantin yakın tarihiyle bizimki arasında benzerlikler çok.
Sözgelimi Arjantin’in de bir cunta dönemi var; 1976-83 yılları arası. Ve onların cunta döneminde de pek çok rejim karşıtı gözaltına alındıktan sonra ortadan kaybolmuş. Oğullarına ne olduğunu öğrenmek isteyen anneler de 1976’dan itibaren “Madres” yani Anneler Hareketini başlatmışlar. Haftada bir gün beyaz eşarplarını takıp, birbirlerine destek olmak ve seslerini duyurmak için Plaza de Mayo’da toplanıyorlarmış. Tıpkı bizim Galatasaray Lisesi önündeki Cumartesi Anneleri gibi…
Eylemleri ses getirmeye başladıkça annelerin arasından bile kaybolanlar olmuş. Sonradan Arjantin tarihinde işkenceci general olarak ünlenecek “Ölüm Meleği” lakaplı Alfredo Astiz, annelerin arasına desaparecido’lardan (ortadan kaybolmuş) birinin erkek kardeşi olarak sızıp bazı annelerin de kaybolmasını sağlamış.
Komşuları Şili’li Kadınların, ellerinde yitirdikleri oğullarının ya da kocalarının fotoğraflarıyla tek başlarına dans ettikleri benzer protesto hareketi Sting’in “They Dance Alone” şarkısı sayesinde çok daha popüler malum. Costa Gavras Usta’nın 1973’de Şili’deki darbede kaybolan Amerikalı gazeteci Charles Horman’ın hikayesini anlattığı “The Missing” filmini de bilirsiniz. E mutlaka Victor Jara veya Inti illimani’yi de duymuşsunuzdur. Yani nasıl desem, Şili’dekine kıyasla Arjantin’de olup bitenler pek dünyanın kalanında yeterince gündeme gelmemişler gibi ne dersiniz? Yani Isabel Peron belki bir Allende değildi tabii ki ama darbe her yerde darbe, insan hayatı da her yerde değerlidir.
O zaman ben de Arjantin’de neler olup bittiğini anlatan iki film önerisi bırakayım buraya en azından: La Historia Oficial, Resmi Tarih, Luis Puenzo, 1985, Garage Olimpo, Olimpo Garajı, Marco Bechis, 1999,
Özgürlük uğruna çok acı çekmiş insanoğlu, dünyanın hemen hemen her coğrafyasında…
Darbeci Generallerin ülkeyi yönettiği yıllar (1976-82) çok gerilerde kaldığından artık eskisi kadar popüler değil Plaza de Mayo Anneleri. Cunta sonrası 1983’de demokrasiye dönüldüğünde hükümetin “kirli savaşta” neler olduğunu ortaya çıkarmak konusundaki isteksizliğiyle hayal kırıklığı yaşamışlar, sayıları giderek azalmış ama izleri hala meydanda.
Fotoğraflar: Madres de Plaza de Mayo, Casa Rosada ve Metropolitan Katedrali
LA RECOLETA
Kısa şehir turunun son durağı ünlü La Recoleta Mezarlığı. Burası Arjantin’in önemli şahsiyetleri ve zenginlerine ait oldukça gösterişli mezarlarının bulunduğu bir mezarlık.
La Recoleta’nın küçük bir antik tapınak benzeri sütunlu giriş kapısının üzerinde “Expectamus Dominum” yazıyor. Burada geleneksel Türk esprilerimden birini yapıp “Her nefis ölümü tadacaktır” cümlesinin Latincesi demiyorum. Latince “Efendini yücelt” demek.
Farklı mimari stillerde inşa edilmiş, heykellerle süslenmiş mezarlar Arjantin tarihinin de panoraması gibi. Birkaç eski Arjantin Devlet Başkanı, şair ve yazarlar ve bir hayli pahalı mezar yerlerini satın alabilecek kadar zenginlerin mezarlarının bulunduğu La Recoleta için Borges şiir bile yazmış. La Recoleta isimli şiirinin bir bölümünde “Mezarlar güzel, çıplak ve üzerlerine Latince ölümcül tarihler kazınmış, mermer ve çiçeklerin bir araya gelmesiyle oluşmuş küçük meydanlar birer avlu gibi serin ve tarihin birçok dünü (geçmiş günü) bugün hala sessiz ve eşsiz” diye tanımladığı mezarlık yerine maalesef Üstat İsviçre’de, Cenevre’de bir mezarlığa gömülmüş.
La Recoleta’nın şüphesiz en ünlü konuğu Eva Maria Duarte de Peron, yani bildik ismiyle “Evita”. Burada Evita veya Eva Peron’un kim olduğundan söz etmeyeceğim yoksa yazı iyice uzayacak ama tavsiyem eğer Buenos Aires’e gitme planınız varsa önceden bu konuda biraz okumak iyi bir fikir olabilir.
Turun sonunda öğle yemeği için otelimize yürüme mesafesinde Corrientes Caddesi’ndeki La Churrasquita Restorana gidiyoruz. Meşhur Arjantin biftekleriyle tanışma zamanı…
Ve fotoğraflar:
ARJANTİN BİFTEKLERİ
Ortalama bir Arjantinli, çoğunluğu hafta sonları arka bahçelerindeki “Asado” larda olmak üzere yılda ortalama 70 kilogram et tüketiyormuş. Ki bu miktar eskiden daha yüksekmiş. Asado; temelde bildiğiniz mangal partisi. Güney Amerika’da özellikle de Arjantin’de çok sevilen bir sosyal aktivite. Asado’nun sözlük anlamı dana döş veya sığır etinden ateşte yavaş yavaş yapılan ızgarayken (veya kızartma) önce her tür mangala ardından da ailelerin, dostların bir araya geldiği hafta sonu barbekü-mangal partilerine dönüşmüş. Kullandıkları mangala Parilla deniyor ve leziz Arjantin şarapları (tercihan Mendoza Şarapları) da Asado’ların olmazsa olmazı. Ayrıca Arjantin’de et restoranlarına da Parilla deniyor.
Gurmeliğim de mangal alışkanlığım da yok ama oralara kadar gidip, onca eti mideye indirip de Arjantin bifteklerinden söz etmemek olmaz.
Mesela kalın, hafif sulu, kocaman, yağlı sığır filetosuna Bife de Chorizo deniyor. Bife de Costillo bildiğiniz T-bone. İnce kesilmiş, gevrek sığır veya domuz filetosu ise Bife de Lomo. Küçük bir parça sığır kaburgasının dış kısmından çıkarılmış biftek isterseniz de ismi Ojo de Bife…
Ama etten önce başlangıç olarak gelen Empanada ile tanışıyorum.
Seyahatimiz boyunca gittiğimiz restoranlarda sıklıkla başlangıç olarak yiyeceğimiz Empanada bizim çiğ böreğin aynısı. İçerisinde genellikle kıyma, biber, domates, soğan, paprika vs. var. Annemin çiğ börekleri kadar olmasa da oldukça lezzetli.
Empenada
Bife de Chorizo
Arjantin biftekleriyle ilk tanışmayı Bife de Chorizo ile yapıyorum. Büyükçe bir tabakta “Et mi istemiştiniz? Alın size et!” der gibi kocaman ve bir parça sığır filetosunu önünüze koyuveriyorlar. Arjantin’de restoranlarda genellikle tabakta sadece et var ki çoğu zaman et parçasının büyüklüğünden tabakta yer de kalmıyor. Bazen yanında püre veya kızarmış patates ile servis ediliyor. Ama restoranlarda genel kural etin yanında bir şey istiyorsanız sipariş verirken belirtmeniz.
Bife de Chorizo nasıldı peki? Süperdi. Hala tadı damağımdadır. Arjantin’de geçirdiğimiz 15 gün boyunca gut olmaktan endişelenecek kadar et yedim. Genellikle ya Bife de Lomo veya biraz daha yağlı olan Bife de Chorizo…
“Orta halli bir restoranda Empenada ile başlar, üzerine bir Lomo veya Chorizo alır, yanında bir bira veya bir kadeh şarap içer ve yemeği de dondurma veya Dulce de Leche ile sonlandırırsanız size maliyeti yaklaşık 100-150 Peso arasında olacaktır. (Dulce de Leche; Rusların Sgushenka’sına benzeyen katı ve sıvı arası kıvamda, karamel benzeri tatlı, süt reçeli)”
Yukarıdaki satırları Mart 2013’de yazmışım. O zamanlar 1 Amerikan doları normal kur ile 5 karaborsada 7 peso (ARS) ediyordu. Ve 1 dolar da 1,8 TL civarındaydı. Yani 150 pesoluk enfes bir yemeğin karşılığı yaklaşık 20 dolar o da 36 TL ediyordu ki yukarıdaki menünün karşılığı Türkiye’de üç katı falandı. Döndüğümde Arjantin’de yeme içmenin ne kadar ucuz olduğundan söz ediyordum herkese. Fakat bugün 1 dolar neredeyse 70 peso ve 7 TL ve bizim harika yemek de sadece hoş bir anı. Ve evet Arjantin ve Türkiye pek çok açıdan benziyor…
Yemekte bize Antalya’dan arkadaşım Çağman da katılıyor. Bir gün aklına esip, Airbnb’den ev bulup 45 günlüğüne Tango peşinden Buenos Aires’e gelen Çağman, daha sonra Buenos Aires’a birkaç kez daha gelecek, takıldığı Asado’lardan esinlenecek, yemek kursuna gidecek, pizza yapma konusunda bayağı bir ilerlecek ve döndüğünde de Antalya’ya da herkesin aşina olduğu Pizza Argentina’yı açacak.
Çağman’la bir süre yürüyoruz. 9 Temmuz Bulvarını dikine kesen caddelerden birinde Buenos Aires Teatro Colon (Kolomb Tiyatrosu) yani Buenos Aires Operası karşımıza çıkıyor. National Geographic’e göre dünyanın en iyi 10 konser salonundan biriymiş ve 2500 kişilik. Kendime notlar: Bir daha gelirsen mutlaka burada bir temsil izle…
Buenos Aires Teatro Colon
Floralis Generica, gündüzleri açıp geceleri kapanıyormuş
El pueblo unido jamas sera vencido!
Caddenin diğer tarafından bir binanın fotoğrafını çekmek istiyorum, binadan birileri el kol hareketleriyle “yassah hemşerim” mealinde sesleniyorlar, neden bilmiyorum. Sakince kameramı indirip, yürümeye devam ediyorum. Buenos Aires Sinagogu’ymuş. Türk olduğumu nasıl anladılar ki?
Buenos Aires yeşil şehirlerden. Jakaranda ağaçları ve bence Buenos Aires’in alametifarika ağacı; Ombu’ler her yerde. Ombu Güney Amerika pampalarına özgü bir ağaçmış. Şu ismini duyduğunuzda değil gördüğünüzde “aa evet ben bu ağacı biliyordum” diyeceğiniz türde ağaçlardan. Şemsiye gibi gölgeliği olup, köklerinin neredeyse yarısı dışarıda, kocaman gövdesi olan ve bence göze pek hoş gelen bir ağaç.
Ombu’nun kökleri arasında birkaç fotoğraf çektirdikten sonra biraz daha yürüyor, sonra bir taksiye atlıyor San Telmo’ya geçiyoruz.
SAN TELMO
Paris’te 1900’lerde şairler, yazarlar, ressamlar, filozoflar biraz dağınık, bolca dünya keyifleriyle dolu ama ciddi sanatsal üretim içeren, entelektüel bir yaşam tarzı geliştirmişler. Dışarıdan bakanlar onaylamadan ama içten içe gıpta ederek “Bohem Hayatı” demişler bu tarza…
Buenos Aires’in Bohem Hayatı da işte şehrin en eski Barrio’su yani semti San Telmo’da yaşanıyor.
San Telmo yıkık dökük cepheli kolonyal stildeki evlerle çevrili Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında dolaşmaktan keyif alacağınız bir semt. Bölgede Tango salonları, restoran, kafe ve barlar, genç bohem gezginler için hostellerin yanı sıra çok sayıda çağdaş sanat galerisi de var.
San Telmo sanatsal üretim anlamında 1900’lerin Paris’ini yakalayamaz belki ama günümüzde Arjantin Çağdaş Sanatının Mekke’si olarak biliniyormuş.
Bir de Antikacılar. San Telmo antikacıları ile ünlü. Pazar günleri bölgenin merkezindeki Plaza Dorrego yakınlarında “Feria de San Telmo” denilen bir de antikacılar pazarı kuruluyormuş, bildiğiniz bit pazarı yani.
San Telmo’daki bir kapalı Pazarda –Marcado de San Telmo- antikacıların arasında dolaşıyoruz. Eski fotoğraf makinelerinden taş plaklara, vintage erotik kartpostallardan eski film afişlerine kadar pek çok şey sergileniyor bu dükkânlarda…
Plaza Dorrego, San Telmo’nun merkezindeki restoran, kafe ve barlarla çevrili hareketli küçük bir meydan. Turistlerin ilgisini çektiği kadar Buenos Aires’liler için de bir buluşma yeri. Akşamları canlı müzik ve Tango gösterileri ise tabii ki olmazsa olmaz…
Rough Guide serisinin Arjantin Rehberine göre San Telmo şehrin geleneklerinin koruyucusu olarak bilinmesiyle gurur duyuyormuş. Haklılar…
San Telmo keyifli bir bölge. Sokaklarını, binalarını ve özellikle grafitilerini çok sevdim. Aslında tüm Buenos Aires’te graffitiler çok güzel ama sanki San Telmo’da bölgenin dokusuna daha bir yakışmışlar.
San Telmo’da bir de nahoş anım var. Yani büyük ihtimal San Telmo’da. Emin değilim.
Bir ara bir şeyler içip soluklandığımız kafede, masadan bir şey almak için kalktım, o sırada sırt çantam dikkatimi çekti, sandalyenin üzerinde duruyordu ve fermuarı biraz açıktı. Önemsemedim.
Otele geldiğimde cep telefonumun yerinde olmadığını fark ettim. Çantanın içinde sadece cep telefonunun dikine sığabileceği kadar bir cepte duruyordu ve yanında da bir blister araç tutmasına karşı kullandığım haplardan vardı. İkisi de gitmişti.
Hapların yenisi seyahatin ilerleyen günlerinde Şili’de Punto Arenas’da bana yaklaşık 20 Amerikan Dolarına mal oldu. Telefonu söylemeyeyim…
Hikayeyi duyduklarında “polise gitmedin mi?” “I phone’mu bul uygulamasından yerini saptasaydın ya” diyen arkadaşlarıma yanıt olarak sadece gülümsedim. Geri dönüp cloud’dan kontrol ettiğimde yeni sahibi telefonuma “El Gordo” ismini vermişti.
Polise gitsem külliyen zaman kaybı olacaktı. Telefonunu kaybetmiş başka bir turist için ne kadar uğraşırlardı ki? Peki ya yerimde olsanız gerçekten uygulamadan telefonunuzu bulup, Buenos Aires’in muhtemelen tekinsiz mahallelerinden birinde bir evin önünde dikilip “birader telefonumu kim aldıysa getirsin, bak ben gelmeyeyim içeri” der miydiniz?
Diğer yandan en azından hırsız ile ortak bir noktam varmış diye düşünebilirim, eğer çaldığı telefonlara eski sahiplerine göre isim veren prensip sahibi bir hırsız değilse; El gordo İspanyolca şişman demek çünkü…
San Telmo sonrası akşam yemeği için El Querandi Restorana geçiyoruz. Yemekte bir de “Nuestro Tango” yani “Bizim Tango’muz” isimli bir de gösteri var. Başlangıcından bugüne Tango tarihini anlatan keyifli bir gösteri.
Şahsen tangodan özellikle de müziğinden pek hoşlanmasam da (tabii ki Piazzola hariç) gösteriyi ilgiyle ve keyifle izlerken Arjantin’de yenilmesi gereken etler listesinde bu kez Bife de Lomo’nun karşısına bir çentik atıyorum.
San Telmo’dan ve Nuestro Tango Gösterisinden kareler:
TIGRE
Ertesi sabah Tigre bölgesine doğru yola çıkıyoruz.
Rehberimiz yine Sonia. Her gün titizlikle tuttuğu notlarından yazının ilk versiyonunu yazarken çok faydalandığım sevgili Buket Özüzüm notlarına “Sonia’nın faşist baskıları altında Tigre’ye ulaştık” diye başlamış. Çok güldüm ama son derece haklı. Sonia’nın anlattıklarından benim aklımda kalan da Arjantin halkının ne kadar zeki ne kadar farklı ne kadar özel ne kadar güzel olduğu vs.
Neyse ki Sonia ile son günümüz…
Tigre Buenos Aires’e 28 km mesafede Parana Deltasında yer alan sayfiye şehri.
Tigre yolunda bu kez Boca Juniors’un ezeli rakibi River Plate’ın stadyumu.
Antonio Vespucio Liberti Monumental Stadyumu
Tigre ismini Latin Amerika’da “tigres” olarak bilinen Jaguarlardan alıyor. Yirminci yüzyılın başlarına kadar deltada bu jaguarları görmek mümkünmüş. Bir de burası dünyanın denize ulaşmayan tek büyük deltası. Parana nehri denize değil ama Arjantin ve Uruguay arasındaki Rio de Plata’ya –Plata Nehri’ne- akıyor…
Tigre 19. yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başlarında şehrin elitlerinin favori mekanıymış. Bir zamanların şatafatlı konaklarının bazıları ve eskisi kadar olmasa da gösterişli kürek klübü hala ayakta. Arjantin’in ilk kumarhanesine ev sahipliği yapan, ünlü İtalyan Tenor Enrico Caruso’nun da müdavimlerinden olduğu Grand Tigre Hotel ise 1940’larda yok olmuş. Restore edilen kumarhane kısmı bugün Tigre Sanat Müzesi olarak hizmet veriyor; Museo de Arte Tigre.
Tigre popülaritesini 1933 yılında kumar oynamanın yasaklanmasından sonra kaybetmiş.
Günümüzde hali vakti yerinde Buenos Aires’liler hafta sonlarını Tigre’deki evlerinde büyük olasılıkla eş dost veya kanal komşularıyla birlikte düzenledikleri Asado’larda geçiriyorlar.
Deltadaki sayısız su kanallarının oluşturduğu adacıklarda müstakil evler ve bu evlerin de üzerinde yer aldıkları adacıklarla birlikte birer ismi var. La Maga (sihirbaz) ya da La Lila (leylak) gibi bu isimler bir kez konuldu mu bir daha değiştiremiyorsunuz, kötü şans getireceğine inanılıyormuş.
Kanallar arasında keyifli bir tekne turu yapıyor ve bol bol da fotoğraf çekiyoruz. Emekli olduğumda burada bir ev sahibi olma hayalleri kurarak ayrılıyorum Tigre’den. Dikkat fotoğraflara bakınca aynı hayale kapılabilirsiniz. Kendime notlar: Ajan Smith’le o yemeği yersen bir de Tigre’de ev iste, hatta ismi de Neo olsun…
Tigre sonrası öğle yemeği yediğimiz restoran; “Almacen y Restaurant Suipacha” yemeklerinden çok dekorasyonu ile anımsayacağım bir mekân.
Akşam yemeği için saat 8’de San Telmo’da Plaza Dorrego’da buluşacağız, büyük olasılık yüzlerce Buenos Airesli gibi…
Ve Tigre fotoğrafları:
FLORIDA CADDESİ, GALERIAS PASIFICO, CAFE TORTONI ve BUENOS AIRES’TE SON SAATLER
Sömürgeci İspanyolların Güney Amerika’da belki de yaptıkları tek iyi şey inanılmaz bir düzen içerisinde planladıkları şehirler. Buenos Aires de bunlardan biri. Şehir haritasını açtığınızda cadde ve sokakların adeta bir ızgara ya da kareli kâğıt gibi yerleştirildiğini görebiliyorsunuz.
Bu yüzden haritanız varsa eğer, bu şehirde kaybolmanız pek olası değil. Bir de Buenos Aires’te cadde ve sokakların numaraları değil isimleri var. Bu tarz şehirleri hep sevmişimdir, numaralar yerine isimler çok daha özel yapıyorlar verildikleri o caddeleri, sokakları. Tabii ki o şehri de…
Corrientes caddesindeki restorandan çıktıktan sonra Puerto Madero yani deniz yönünde 4 blok yürüyüp Florida Caddesine ulaşıyoruz. Bu arada deniz değil, nehir. Deniz derseniz sizi düzeltebilirler. Plata Nehri yaklaşık 290 km uzunluğunda 220 km genişliğinde bir ağızla Atlas Okyanusuyla birleşiyor. Yani Buenos Aires aslında denizden bir hayli uzakta. Her ne kadar nehir kenarına geldiğinizde karşınızdakinin bir deniz olduğunu düşünmeden yapamasanız da…
Florida Caddesi (Calle Florida) araç trafiğine kapalı, genellikle şık mağazaların yer aldığı bir cadde. Tarihi şehrin ilk kurulduğu 1580’lere kadar gidiyormuş. O günlerdeki Rio de Plata nehrinin kıyısından tepeye doğru çıkan basit bir patikadan bugünkü haline ulaşmış.
Florida Caddesi’ni neredeyse tam ortasından kesen Corrientes’ten caddeye kuzey yönünde dalıp insan kalabalığına karışıyoruz. Birkaç blok ilerledikten sonra hedefimiz karşımızda; Galerias Pacifico…
Galerias Pasifico isimli alışveriş merkezi ilk olarak 1889’da, Paris’teki ünlü “Le Bon Marche” mağazası model alınarak inşa edilmiş. Ardından 1896’da bir bölümü Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi –Museo Nacional de Bellas Artes- olarak düzenlenmiş. 1945’te bina elden geçirilirken 5 farklı sanatçının yaptığı 12 fresk ile de yeniden dekore edilmiş.
Binanın tarihinde karanlık da bir dönem var; 1987 yılında bir film ekibi binanın bodrum katında çekim yaparken gizli bir bölme keşfetmişler. Bölme incelendiğinde 1976 ile 1983 yılları arasındaki Cunta döneminde binanın bodrumlarının işkence merkezi olarak kullanıldığı ortaya çıkmış.
Bina uzun yıllar terk edildikten sonra 1991 yılında Galerias Pasifico ismiyle yeniden açılmış. Bu renovasyon sırasında alışveriş merkezine karanlık günlerini unutturmamak adına yapılmış yeni freskler de eklenmiş.
Galerias Pasifico’nun zemin katındaki kafede bir kahve içimi soluklandıktan sonra yeniden Florida caddesine dönüp bu kez geldiğimiz yöne, Plaza de Mayo’ya kadar 8-9 blok daha var.
Florida Caddesi’nde bir de dondurma molası veriyoruz. Via Flaminia simli dondurmacının dondurmaları nefis gerçekten.
Yazının ilk halinde paylaştığım bir dondurma fotoğrafının altına; Büyük özel çikolata soslu külah dolusu dondurma 30 Peso; yaklaşık 7.5 TL diye not düşmüşüm ama artık pek yararı olmaz sanıyorum bu bilginin, yukarıda da yazdığım gibi…
Plaza de Mayo’dan Mayo Caddesine –Avenida de Mayo- sapıp Cafe Tortoni’yi buluyoruz.
Cafe Tortoni 1858 yılında açılmış ve tüm Arjantin’deki en eski kafe. Burası bir dönem Buenos Aires entelijansiyasının önde gelenlerinin takıldığı bir mekanmış. Kimler yok ki müdavimleri arasında; Carslos Gardel, ünlü otomobil yarışçısı Juan Manuel Fangio, Şair Alfonsina Storni, Üstat Borges, bugün Buenos Aires’te aynı isimle anılan bir semt olan politikacı Lisandro de la Torre…
Bir de uğrayıp bir kahve içmişler var, Albert Einstein, Federico García Lorca, Hillary Clinton, Robert Duvall. Yani gitmesek ayıp olurdu.
Tavanının bir bölümünde harika bir vitray aydınlatma var ve klasik sütun başları çok şık. Kafenin bir köşesinde de ünlü müdavimleri; Borges, Gardel ve Storni’nin balmumundan heykelleri adeta sohbet ediyorlar…
Cafe Tortoni’de menünün olmazsa olmazı sıcak çikolata ve yanında -hamur tatlısı- churros’u denedikten sonra, çok başarılı bu arada, hemen kafenin yanındaki Tango Müzesi; Museo del Tango’ya geçiyoruz.
Ücretsiz olarak gezebileceğiniz bu müzede tango tarihinden afişler, ünlü tangocuların kullandığı ayakkabılar ve aksesuarlar ya da eski plaklar sergileniyor. Tango sevdalıları için birebir, ama benim gibi sevdalısı değilseniz bile gezin…
Sonra Belgrano Caddesinin Paseo Colon caddesi ile kesiştiği kavşağa kadar birkaç blok daha yürüyoruz. Oradan da yaklaşık 10 blokluk uzunca bir yürüyüşle hava kararmaya yüz tutmuşken buluşma saatimizden hemen önce San Telmo’nun kalbi Plaza Dorrego’ya varıyoruz.
Akşam yemeği Plaza Dorrego’ya çok yakın El Desnivel Restoranda. Bizdeki ocakbaşı restoranları andıran El Desnivel’de yine Bife de Chorizo seçiyorum.
Ertesi sabah Iguazu Şelalesi’ne uçuyoruz.
Kendime Notlar: Buenos Aires’e mutlaka yeniden git.
Mart 2013 ve Mayıs 2020
Şahane!!!!