“Dua ederim ki düşünce iyi düşünülsün, söz iyi söylensin, iş iyi yapılsın…”
Avesta, Zerdüştlerin Kutsal Metinleri
Albert Camus ünlü romanı Veba’da şöyle der: “Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır”
Biz “yazan” gezginler çoğu zaman maalesef gittiğimiz şehirlerde, Camus’un “bildik yollarıyla” orayı tanıyacak kadar zaman geçirmiyoruz. Bazen zaman geçirsek bile bunları görecek kadar bakmıyoruz. Hatta bazen bunun için uğraşmıyoruz bile. Tek derdimiz okuyacak olanlara bir noktadan diğerine nasıl ve kaç paraya gidebilecekleri gibi hap bilgiler vermek. Bir de tabii ki kadraja ucundan selfie çubuğu girmiş bol filtreli fotoğraflar paylaşmak.
Yezd’i daha güzel, Camus’un yukarıda paylaştığım cümlesi doğrultusunda anlatabilmek isterdim. Ama hem çok az kaldık, hem de çoğu zaman gördüğümü düşünsem de bazen sadece baktım. Ama en azından kadrajlarda selfie çubuğu yok…
Yezd farklı bir şehir. Eminim eğer ABD -dolayısıyla Hollywood- ve İran dost olsalardı büyük olasılıkla Yezd de gezegendeki en sinematografik şehirlerden biri olurdu; Paris, Prag, İstanbul, Marakeş veya Varanasi gibi…
Ve İran seyahatimizin benim için en önemli durağı olan Yezd’de, belki insanların nasıl çalıştıklarını, birbirlerini sevdiklerini veya nasıl öldüklerini göremedim. Ama bir zamanlar öldükten sonra ölülerine nasıl davrandıklarını Zerdüştlerin Sessizlik Kuleleri’nde öğrendim.
Sessizlik Kulelerini göreceğim o sabah güne artık rehberimiz değil de dostumuz olan sevgili Ali Mehrara’nın Yezd’in o “meşhur” daracık arka sokaklarından birindeki Hosteli Qashqai Hostel’de başlıyoruz. Ama o kadar da arka sokaklarda değil, şehrin önemli caddelerinden Imam Humeyni caddesine çok yakın. Eğer yolunuz düşerse ziyaret edip Ali ile tanışmak veya konaklamak için tavsiye ederim.
Yezd dendiğinde ilk akla gelen Zerdüştlük, İsa’dan 1000 ila 1500 yıl önce bugünkü İran topraklarında yaşadığına inanılan Zerdüşt tarafından kurulmuş, yeryüzündeki tek tanrılı ilk din. Tek tanrı fikrinin yanı sıra Cennet ve Cehennem, Kıyamet Günü, melek ve şeytan gibi kavramlar da Musevilik, Hristiyanlık ve İslam’dan çok önce Zerdüştlükte yer almış.
Aslında Zerdüştlük konusunda hele de bu dinin başkenti Yezd’i yazarken çok daha fazla şey anlatmak istiyor insan. Fakat yazılarımı okuyan sevgili dostlarım da bilirler zaten çok uzun yazıyorum bir de oraya girmeyeyim. Merak eden nasıl olsa bilgiye ulaşacaktır.
Sadece yazıyı hazırlarken karşıma çıkan Joobin Bekhrad imzalı “Batıya esin veren esrarengiz doğu dini” başlıklı makalenin ilk cümlesini “fragman” olarak buraya bırakabilirim: “Yıldız Savaşları’ndan Taht Oyunları’na kadar birçok filme esin kaynağı olan, Voltaire ve Nietzsche’den Freddie Mercury’ye kadar çok sayıda insanı etkileyen Zerdüştlük nasıl bir dindir?”
Nasıl insan merak ediyor değil mi?
Qashqai Hostel’den 1 gezgin 2 fotoğrafçı ve dostumuz Ali ile benim bu gezide en çok görmek istediğim mekân; Sessizlik Kuleleri’ne doğru yola çıkıyoruz… (İsfahan’daki otelde Hamburgerleri götürdüğümüzden beri Serdar’la ben artık -bir süreliğine- gezgin değiliz. Nusret’ten lafı yedik, hatırlarsınız…)
Sessizlik Kuleleri (diğer ismi Dakhma) Zerdüştlerin çok değil birkaç on yıl öncesine kadar cenazelerini yırtıcı leş yiyen akbabalara teslim ettikleri yer. (Bu ritüel 1970’lerde hijyenik nedenlerle, çıkarılan bir yasa ise Tüm İran’da yasaklanmış.)
Malumunuz ölüleri gömme geleneğini ilk kez günümüzden 100 ila 200 bin yıl önce yaşayan Neandertal atalarımız başlatmış. Sonrasında değişik kültürler sevdiklerinden geriye kalanlara farklı şekillerde davranmışlar tarih boyunca. Gömmek veya yakmak en bilinen yöntemler. Ama Varanasiye giderseniz sözgelimi Ganga’nın sularında (Ganj Nehri) öylece yüzen, çürümeye yüz tutmuş cesetler görebilirsiniz. Çünkü Hindular, din adamlarını, hamileyken ölmüş kadınları ve 5 yaşından küçük çocukları “günahsız” kabul edip yakmadan doğrudan Ganga’nın sularına bırakıyorlar. Keza bazı Kızılderili kabileleri de cenazelerini sarıp sarmalayıp “mezar ağaçları” nın dallarına bırakırlarmış…
Fakat kanımca bu yöntemlerin arasında en ilginci yukarıda da dediğim gibi açık ara Zerdüştlerinki; işi akbabalara bırakmak.
Zerdüşt inancına göre çevreyi korumak son derece önemli. Ve 4 element yani ateş, su, toprak ve hava kutsal. Dört element ve çevre insan bedeni artıklarıyla kirletilememeli.
Eğer cenazelerini yakacak olsalar dumanı havayı kirletecek. Gömseler toprak ve yeraltı suları… Ve o zamanlar ölümlerin en sık nedeni enfeksiyonlar, cenazelerden hava yoluyla geçen mikropların havayı kirletme olasılıkları var. Ve akbabaların tükürüklerinde bu mikropların pek çoğunu öldüren bir maddenin varlığı da Sessizlik Kulelerinde gördüğüm bir tabelada yazdığına göre de kanıtlanmış.
Peki bu işin kökeni ne? Yine aynı tabelada yazdığına göre şöyle: Zerdüştlerin İranlı ataları Aryanlar, Sibirya’nın soğuk bölgelerinden göç etmişler. Ve o bölgedeki dondurucu soğuk toprağı kazılması imkânsız bir hale getirdiğinden cenazelerini bir tepenin üzerine bırakırlarmış. Yukarıda bir yerlerde Kızılderililerin mezar ağaçlarından söz etmiştim değil mi? Sibirya’dan Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtası ne kadarlık bir mesafedir ki?
Gelelim bu ritüelin ayrıntılarına;
Bir Zerdüşt öldüğünde ailesi cenazesini önce Mordo Zand denilen yere getirirmiş. Anlamı; ölüm ve doğum… Burası cenazenin yıkanıp, kefenlenip özel defterlere kaydedildiği bir oda.
Cenaze ile ilgilenen kişilere ise Nesasalar deniliyor.
Nesasalar’lar Sessizlik Kuleleri’nin eteklerindeki binalarda yaşıyorlarmış ve şehre girmeleri yasakmış. Çünkü eski zamanlarda en sık ölüm nedeni enfeksiyonlar malumunuz ve bu enfeksiyonu şehirdekilere bulaştırmalarından korkulurmuş. Aşı karşıtı gerzekler bilmezler…
O zamanlarda (yukarıdaki fotoğraflarda da gördüğünüz) kulelere çıkan merdivenler yokmuş. Bunlar sonradan bizim gibi turistler için yapılmış. Kulenin yüksek duvarları, merdivenleri olmayan yüksek girişi, metal kapısı diğer leşle beslenen hayvanların cenazeye ulaşmasına engel olurmuş. Bu arada akbabaların tükürüklerindeki enzim gibi bir diğer özellikleri de benzerlerinden farklı olarak cesedi başka bir yere alıp götürmeden bulunduğu yerde yiyen canlılar olmaları.
Ölüm ve Doğum odasının ardından cenaze Nesasalar’lar tarafından Sessizlik Kuleleri’ne çıkartılır, kulenin üzerindeki avluya zemine paralel bir şekilde yerleştirirmiş. Yerleştirilirken de erkekler avludaki en dış halkaya, kadınlar ortaya, çocuklar ise en içteki halkaya yatırılırmış.
Ardından Nesasalar’lar cenazenin kefenini açarlar ve sonra da Sessizlik Kulesini terk ederlermiş.
Sessizlik Kulesinin diğer bir ismi ise Dodgah. Yani Kutsal Mahkeme. Yaşamın sona erip insanların hesap verdikleri yer. Mahkeme sonucunu bekleyen bir rahip de akbabaların cenazenin hangi gözünü önce yiyeceğini duvardaki bir delikten gözler, eğer sağ göz önce yenilirse bu ruhun iyi bir geleceğe kavuşması, sol gözün önce yenilmesi durumunda ise ruhun azap görmesi olarak yorumlanırmış. Umarım sonuç sol göz ise bunu rahip ölenin yakınlarına söylemiyordu…
Neredeyse bir yıl kadar süren geriye sadece kemiklerin kalıp bunların da güneş ve rüzgarla iyice beyazlamasının ardından Nesasalar’lar geride kalan kemikleri toplar, çukurun ortasındaki Ostoodan isimli kuyuya bırakırlarmış.
Daha sonra bu kemiklerin üzerine kireç, sülfür veya Tizab adı verilen (Kezzap?) asidik bir sıvı dökülürmüş. Kemikler parçalanır, cenazeden geriye kalanlar yağmur sularıyla birlikte Ostoodan’dan başka kuyuların içerisine, oradan da birkaç filtreden geçip olabilecek en temiz haliyle doğaya karışırlarmış…
Ve kemikleri yok ederken de Nesasalar’lar şöyle dermiş: “Tanrı merhumu kutsasın, burada huzur içinde uyuyan herkese saygımızı gösteriyoruz.”
Yezd’deki Sessizlik Kuleleri 2 kule ve girişteki bir zamanlar Nesasalar’ların yaşadığı, cenaze sahiplerinin konakladığı birkaç yapıdan oluşan bir kompleks. Biz kulelerden çıkması kolay Maneckji isimli olanında çıktık. Nasıreddin Şah döneminde (1848-1896) Zerdüşt toplumu ihmal edilmiş hatta zulme maruz kalmışlar. Pers asıllı bir Hintli hayırsever Maneckji Limji Hatriya da gelip Şah ile görüşmüş ve Zerdüşt’lerin koşullarının düzelmesini sağlamış. Zerdüştler için okullar açılmış, ödedikleri yüksek vergileri iyileştirilmiş vs. İsim oradan geliyor. Çıkması zor olan diğer kulenin ismi ise Golestan. Ve kulenin üzerinden harika bir Yezd manzarası var, söyleyeyim.
İtiraf etmeliyim eğer Zerdüştlük ve ölüleriyle ilgili bu ritüelleri hakkında bir bilginiz yoksa çok da ilginizi çekecek bir mekân değil burası.
Sessizlik Kuleleri bu anlamda Peru’daki Machu Picchu’yu anımsattı bana. Gidenler bilir, İnkaların duvar işçiliği dillere destandır falan ama Machu Picchu’ya şöyle bir baktığınızda eğer arka plandaki ratingi yüksek hikaye olmasa çok da etkilenebileceğiniz bir mekan değildir. Sonuçta Machu Picchu 1450 yılları civarında inşa edildiğinde Ayasofya neredeyse bin yıldır ayaktaydı… Ama Machu Picchu’yu çok özel yapan, onu binlerce gezginin hayallerine koyan hala bir sürü bilinmeyenle dolu olmasıdır, sahip olduğu karşı konulmaz gizemdir. İran dönüşü Serdar ve Nusret ile ortak yaptığımız sunumda Yezd’i anlatırken tam da bu sözleri söylemiştim. Sonradan sunumdaki bir arkadaşım bu sözlerime izleyicilerden birinin kısık sesle dile getirdiği tepkisini aktardı bana. “Adama bak koskaca İnkaları 2 dakikada ezdi” demiş sevgili izleyici. Aynı düz mantıkla Zerdüştleri de ezmiş olacağım ama eğer mekânın ruhu ile ilgili bir fikriniz, bilginiz yoksa Sessizlik Kuleleri’nin de pek bir numarası yok…
Sessizlik Kuleleri’nden sonraki noktamız Ateshkadeh (Ateşgede).
Ateşgede veya Zerdüştlerin Ateş Tapınağı, Yezd’i tüm dünyadaki Zerdüştlerin başkenti yapan mekân.
Ateş Tapınağı, sedir ve çam ağaçlarından oluşan bir bahçenin içinde yer alan mütevazi bir yapı. Fakat içerisinde bulunan şey çok önemli: 1500 yıldan beri aralıksız yanmakta olan Zerdüştlerin kutsal ateşi, burada bir camın arkasında sergileniyor. Görevli rahipler, badem veya kayısı odunları ile ateşi besleyip 24 saat süreyle hiç sönmeden yanmasını sağlıyorlarmış.
Tapınağın girişinin üzerindeki sembol, ismiyle Faravahar, hemen hepimizin görünce tanıdığı, aşina olduğu ama ne anlam ifade ettiğini bilmediği sembollerden. Faravahar Zerdüştlüğün sembolü. Ayrıca İran milliyetçiliğinin de sembolüymüş.
Kutsal Ateşi görüp tapınakta bir süre zaman geçirdikten sonraki durağımız, içerisinde Yezd’deki en yüksek Badgir’in yer aldığı, artık tarzına alıştığımız İran’daki o güzel bahçelerden bir diğeri: Devlet Abad Bahçesi.
Badgir denilen İran’ım mimari harikası soğutma kulelerinden bir önceki bölümde söz etmiştim. Ama “yahu bu Badgirler yezd ile özdeşleşmiş, Yezd’için bu Rüzgar Kulesi Badgir’leri nedeniyle ‘Rüzgarı Yakalayan Şehir’ denilirken neden bunlardan bu bölümde söz etmedin?” derseniz şöyle derim: Çünkü benimkisi bir seyahat rehberi değil, seyahatname. Yazılarımı -genellikle- seyahatimdeki her bir günü bir bölüm olacak şekilde yazıyorum ki ilk Badgir’le de Yezd’de geçirdiğim günden bir gün önce, Na’in de karşılaşmış, orayı anlatırken söz etmiştim…
Devlet Abad bahçesi (Bagh-e Dolat Abad)1750’li yıllarda Naib Kerim Han tarafından konak olarak yaptırılmış. (Naib hükümdar yokken yerine geçici olarak bakan kişi demekmiş, ben bilmiyordum)
Burada bizi karşılayan artık kanıksadığımız tipik simetri takıntılı İran tarzında düzenlenmiş çok güzel büyük bir bahçe ve büyük havuzlar. Konak bölümündeki enfes kafes işi ahşap kaplamalar ve vitraylar görülmeye değer. Fakat Devlet Abad’ın en önemli yapısı, yukarıda da belirttiğim gibi Yezd’deki en yüksek Badgir. Tam 33 metre.
Devlet Abad Bahçesinde ilginç bir olaya şahit oluyoruz.
Saçlarının ancak üçte ikisini örten başörtüleri olmasa bizim aynı yaş grubundakilerden giyim tarzı olarak bir farkı olmayan iki genç kız, birinin elinde ortalama bir DSLR makine, diğeri de İnstagram fenomeni olma yolunda pozlar verirken (belki de zaten öyleydi) bir görevli önce kızları takip ediyor, sonra “burada profesyonel makine ile fotoğraf çekmek yasak” deyip, kızları dışarı gönderiyor. Oysa birkaç metre ötede sürekli fotoğraf çekmekte olan Serdar’la benim makineler kızlarınkine göre bayağı bir “profesyonel” … Gezerken bazen unutsanız da İran bir İslam Cumhuriyeti.
Devlet Abad’dan sonra kent merkezine dönüp caddelerde dolaşıyoruz. Serdar’la ben aynı isimli meydandaki Amir Chakhmaq Camiinin cidden harika ön cephesine bakan bir kafede oturup kahvelerimizi içiyoruz. Ali ile Nusret ise, Nusret’e valiz bakmaya gidiyorlar; Na’in’den aldığı kilim ve dokumalar için…
Meydan artık öğle saatleri olduğu için tenha.
Yezd’in tarihi 5 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Marco Polo 13. yüzyılda geçerken burayı şöyle tanımlamış; “Bir ticaret merkezi ve aynı zamanda çok hoş ve müthiş bir şehir”. Cengiz Han ve Timur ordularıyla önlerine çıkan her yeri yakıp yıkarken Yezd’e dokunmamışlar. Şehir ipek, tekstil ürünleri ve halılarıyla 14. ve 15. yüzyıllarda en şaşalı dönemini yaşamış. Fakat 1700’lerde Safevi Devleti tarihten silinince pek çok İran şehri gibi burası da düşüşe geçmiş.
Yazının en başında da dediğim gibi çok “sinematografik” bir şehir burası… Kocaman bir çölün ortasında, kerpiç evlerinin arasında daracık sokakları, “rüzgârı yakalayan şehir” denmesine neden olan yüzlerce Badgir’i ve güzel insanları var.
Kafedeki “güzel manzaralı” moladan sonra hep birlikte Ali’nin hosteline gidiyoruz. Yemeğe davetliyiz. “Yahu ne gerek var, hanım yorulmasın hiç, biz bir yerlerde yeriz” falan dediysek de Ali İranlı ve Qashqai Türkü. Bu da onu iki kez konuksever yapıyor ve mükemmel bir sofrada ağırlamadan bizi bırakır mı, bırakmıyor. Enfes yemekler ve çayın ardından, biraz keyif yapıp yine sokaklara dalıyoruz.
Nusret gezinin başından beri Yezd’in arka sokaklarında kaybolmaktan söz edip duruyor zaten. Serdar’la ben fotoğraf derdindeyiz. Ayrılıyoruz. Gün batımında Yezd’in gün batımı manzarası meşhur kafesi Art Center çay evinde buluşmaya karar veriyoruz.
Sokaklar sıcak, dükkanlar kapalı. Cadde üzerindeki kapalı bir halıcının kepengi üzerine yazdığı gibi, Yezd’de dükkanların çoğu saat 10 gibi açılıp 2 gibi kapanıyor. Daha sonra akşam 6 gibi açılıp saat 8.30 gibi yeniden kapanıyorlar. Fakat pek çok turistik mekân zaten kapalı, tadilat var ve sezona hazırlanıyorlar. Şubat ayının son günlerinde oradayız ve henüz turistik sezon başlamış değil…
Arka sokaklarda, caddelerde, dükkanların çoğu kapalı klasik İran tarzı “Kapalıçarşı” da dolaşıyor sonra kendimizi Art Center Çay evine atıyoruz.
Birazdan Serdar’la kahve ve tatlılarımızın tadını çıkarıp rutin instagram hikaye paylaşımlarımızı yaparken yandaki kafenin terasında (Cafe Nardoon) Nusret ve Ali’yi göreceğiz, o taraftaki manzaranın daha güzel olduğunu fark edip oraya geçeceğiz, günbatımında bir sürü fotoğraf çekip yine sokaklara atacağız kendimizi. Şehrin hava karardıktan sonra da ayrı bir güzel olduğunu fark edeceğiz. Kalabalıklar arasında gezerken karşılıklı şarkı söyleyip dans eden gençleri (hepsi erkek) izleyeceğiz bir süre, Masjed-a Jameh’in (Cuma Mescidi) çinileri ve uzun minarelerinin gece görüntüsüne bayılacağız ve adını hatırlamadığım bir restoranda yine enfes İran kebapları yanında alkolsüz bira içip hostele dönecek uyuyana kadar da gündüz çektiğimiz fotoğraflara göz gezdirip instagram mesajlarımıza cevap vereceğiz.
Yezd’i görmüş olmak harikaydı…
Ve son olarak bir sürü fotoğraf:
Sürecek
Özlemişim yazılarınızı. Yine çok güzel olmuş. 20 yıl olmuş gideli, okurken anılarım canlandı. Satır aralarındaki bilgiler hazine gibi…
Çok teşekkürler.
Çok teşekkür ederim…
Gerçekten çok bilgilendirici yazılar…bende blog yazıyorum diyordum. Artık sustum demiyorum. Sağlıkla keyifle gelsin yeni rotalar.
Çok teşekkürler, hayır hayır lütfen “blog yazıyorum” demeye devam…
Çok güzel ayrıntılı
Çok teşekkürler
Bir cirpida okudum. Ben de Yezd’den etkilenmistim cok. Yezd hakkinda bilmediklerimi de ogrenmis oldum sayende. Caglar Erozgen, sen yazmaya biz okumaya devam…
Çok teşekkürler Nurgül’cüm…
Her zamanki gibi güzel, bilgilendirici ve bizleri arıştırmaya yönlendirici yazmışsın Çağlar.
Çok teşekkürler Onur’cum, yorumların çok değerli…
Biz de geçen yıl Temmuz ayında Yezd’e gitmiştik. Gizli kalmış bir mücevher gibi bir şehir. Çok çok güzel anlatmışsınız. İnsanları da sanki daha ayrı, ince, sıcak geldi bize. Güzel gezmeler olsun. Zeynep
Çok teşekkürler, “gizli kalmış bir mücevher gibi” çok güzel bir tanımlama olmuş, kesinlikle öyle.