Yazının ilk halinden kalan aşağıdaki giriş bölümünü değiştirecektim aslında. Son bölümü yazmak için bayağı bir ara vermişim. Ama yazıları elden geçirirken en zorlandığım, en az keyif aldığım yine bu bölüm olunca olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Malumunuz eski blogumun ismi Biraz Ordan Biraz buradan olduğundan o kısmı da olduğu gibi bıraktım.
Arz ederim.
Büyük ihtimal tüm Küba seyahatimin en zayıf halkası olduğundan günlerdir bir türlü elim gitmedi, oturup da yazamadım, Pinal del Rio ve Vinales’i. Ve bu cümlede yazar, Biraz Ordan Biraz Burdan’ın “kişisel” bir blog olması mazeretine sığınmaktadır.
Tabii ki buraları çok sevmiş başka gezginler vardır, ama ben o günden çok da keyif aldığımı söyleyemiyorum açıkçası. Hatta şimdiki aklım olsa o sabah Pinar del Rio’ya giden otobüse binmez ve tüm gün Havana sokaklarında aylak aylak dolaşırdım.
Havana, Pinar del Rio arası 160 kilometre kadar. Cezası çok yüksek olduğundan, hız sınırını aşmayı aklına bile getirmeyen şoförümüzün kullandığı tur otobüsüyle de yaklaşık 2,5 saat sürüyor.
Verimli topraklara sahip yemyeşil Pinar del Rio bölgesi Küba’nın tarım merkezi. Şekerkamışı ve tütün yetiştiriliyor. Ve tabii ki yeryüzündeki en iyi tütünün bu topraklarda yetiştiğini tahmin etmek çok da zor değil. Sarıldıktan sonra o meşhur Küba purolarına dönüşecek malum tütün yaprakları bu bölgede yetişiyor işte.
Bu değerli yaprakların hatırına da Küba dünyada tütün ekilen en geniş topraklara sahip ikinci ülkeymiş. Bir de küçük bilgi Küba’nın 3. sıradaki gelir kaynağı da neredeyse tamamını ihraç ettiği puroları.
Hal böyle olunca da Pinar del Rio bölgesindeki ilk durağımız bir tütün çiftliği oluyor.
Tütün çiftliği dediğim yer uçsuz bucaksız tütün tarlaları, hasat sonrası tütün yapraklarının kuruması için asıldığı derme çatma bir baraka ve çiftlik sahiplerinin yaşadıkları evden oluşuyor.
Etrafa göz atıp, tütün yapraklarının birkaç fotoğrafını çektikten sonra bir bölümü biz turistler için küçük bir puro yapım atölyesine dönüştürülmüş çiftlik evinde puro yapımını izliyor, bir yandan da ikram edilen nefis kahveyi içiyoruz.
Doğal olarak tütün yapraklarının en kaliteli olanları fabrikalara gidiyor. Sarılıp puroya dönüşecekler, ardından kalitesine göre ayrılıp, üzerlerine marka etiketleri yapıştırılacak ve “-havalı kutuların içerisine dizilecekler. Çiftlikteki fabrika çıkışlı olanlara kıyasla daha ucuz ve doğal olarak kalitesi de biraz daha düşük purolardan satın alıyoruz. Evet, içerisinde 25 adet Puro bulunan ve el altından bile satın alındığında, bir kutusunun fiyatı 110 -120 Euro olan Cohiba’ya göre ucuz. Belki kalitesi de düşük ama Küba’dasınız ve dünyanın en iyi tütününün yetiştiği topraklardasınız, satın aldığınız puronun kalitesi ne kadar düşük olabilir ki?
Ne dersiniz tam da burada hayatım boyunca bırakın puroyu, sigara bile içmediğimi söylemeli miyim?
Dünyanın bu tarafında işin içinde şekerkamışı, tütün ve tabii ki Beyaz Adam olunca sömürmek ve kölelik de kaçınılmaz oluyor.
İşte bir sonraki durağımız da zamanında efendilerinden kaçan kölelerin kullandığı Puerto de Ancon, yani Ancon Kapısı isimli bir geçit. Burası Guasasa ve Vinales isimli iki Sierra yani dağ sırası arasında, kireçtaşı kayalardan oluşmuş doğal, dar bir geçit.
Tünelin girişinde bir bar var. Tünelden geçmeniz 10 dakika kadar sürüyor ve çıkışta sizi ateş yutma numaraları yapan birileri karşılıyor. Gereksiz turistik yani…
Tünel çıkışında ise müzik ve folklorik bir gösteri eşliğinde öğle yemeği yediğimiz bir Restoran vardı ve kızarmış tavuğu ve sonrasında ikram edilen peynir ve marmelattan oluşan tatlısı hiç fena değildi. Bir rivayete göre yemekler kaçak kölelerin zamanında kullandığı yöntemlerle hazırlanıyormuş.
Aslında Ancon Kapısı isimli tünel, kaçak kölelerin yaşamlarına ait bilgiler veren küçük bir müze ve restorandan oluşan bu kompleksin ismi; Palenque de los Cimarrones.
Palenque’nin “sınırlanmış, korunmuş alan” gibi bir anlamı var. Cimarrones ise Beyaz Adam sayesinde dile girmiş bir sözcük ve “kaçak köleler” anlamına geliyor. Tarihte, her iki Amerika Kıtasında da kölelikten kaçan insanların kurduğu pek çok yerleşim olmuş. Kaçaklar bu bölgelerde kendilerine gözlerden uzak özellikle de kaçak köle avcıları; Rancheadores’lerden uzak bir yaşam kurmuşlar. İşte bu kaçak kölelere de adeta farklı, yeni bir kabileye ait insanlarmışçasına Maroon People denirmiş. Bu satırları yazana kadar hiç duymamıştım açıkçası.
Tarihinde kölelik olmayan bir ulusa mensup olup da Maroon dendiğinde insanın aklına sadece Amerikalı pop rock grubu Maroon 5’ın gelmesi güzel bir şey, değil mi?
Yemek sonrası durağımız Cueva del Indio; yani Yerli Mağarası.
Burası Vinales Vadisinde 1920 yılında keşfedilmiş, daha doğrusu yeniden keşfedilmiş bir mağara. Öncesinde Guanajatabey yerlileri mağaranın varlığından haberdarmış zaten. Bu kireçtaşı mağaranın içerisinde kendilerine kayaların içine evler oymuşlar.
Mağara girişinden sonra yaklaşık 60-70 metre kadar aşağıya doğru inen bir patika var. Sonrasında ise karşınıza bir nehir çıkıyor. Bu nehirde teknelerle kısa bir tur attıktan sonra gizli bir geçidi andıran başka bir yoldan yeniden gün ışığına çıkıyorsunuz. Mağaranın içerisindeki bu nehir 4 km kadar daha içlere gidiyormuş, ve bir önceki paragrafta yazdığım, isimlerini kesinlikle telaffuz edemeyeceğim yerlilerden pek çok kalıntıyı görmek mümkünmüş. Fakat mevcut haliyle “maalesef” tipik bir turist atraksiyonu. (Turist tuzağı demeye dilim varmadı…)
Mağara çok popüler olduğundan her daim kalabalık. Dolayısıyla girişten, teknelere bindiğiniz nehir kenarına kadar giden yaklaşık 150 metrelik patika oldukça ağır ilerleyen bir kuyruğa dönüşmüş. Yanılmıyorsam bir saate yakın o kuyrukta bekledik.
Teknede geçen süre ise bir 10 dakika ya var ya yok. Ve bir itiraf : Cueva del Indigo, tabii ki güzel ve ilginç bir yer. Ama bendeniz de, Damlataş, İnsuyu, Karain, Pınarözü ve daha pek çok mağaraya en fazla 2 saatlik mesafede yaşıyorum. Ne derler bilirsiniz; “Tok ağırlaması güçtür”.
Bir itiraf da aşağıdaki fotoğraflarla ilgili. Loş, neredeyse karanlık bir mağarada üstelik de sallanan bir botta fotoğraf çekmek hiç kolay değil, inanın…
O akşam Havana ve Küba’daki son gecemizdi.
Son gecemizde de ilk duyduğumda beni çok heyecanlandıran fakat sonrasında, maalesef fazlasıyla turistik hale dönüşmüş olduğunu görüp de içimin cız ettiği bir konsere gittik: Bueno Vista Social Club konserine.
Belki de o akşam gittiğimiz restorandaki grupta bir zamanlar Bueno Vista Social Club’da çalmış sadece 1-2 müzisyen vardı. Fakat yine de turist dolu, muhtemelen pek çoğunun önceden grubun ismini bile duymadıkları, rehberlerinin tavsiyeleriyle sadece eğlenceli bir gece geçirmek için geldikleri o ortamda pek de hak ettikleri saygıyı görmediklerini düşündüm.
Ertesi gün Havana’da birkaç saat daha takıldıktan sonra yine Amsterdam aktarmalı Türkiye’ye döndük.
Küba seyahatlerimin arasında en güzel olanı değildi belki ama kesinlikle en eğlenceli olanıydı. Cidden çok eğlendim.
Bu seyahatle ilgili anlatacaklarım bu kadar.
The End.
Kitabın önce sonuna bakanlardanım. Ama son bölümü bile muhteşem bir ülkede müthiş bir fotoğrafçı ve yazarın neler yapabileceğini anlatıyor. Küba sizi kesinlikle hak etmiş bir güzellik. Daha nice yolculuk hikayeleri okumak dileğiyle…
Çok çok teşekkürler: Bu yorumun http://www.kutubaligi.com'dan gelmesi ayrıca çok özel:)
Yazı da fotoğraflar da çok keyifli. En çok gitmek istediğim yerlerden birisi. Keyifle takip ediyorum:) whiletravelling.com'dan selamlar
Çok çok teşekkürler, Ben de Instagram'da takipçinim:) Vietnam'da iyi eğlenceler:)
Olumsuz değerlendirmişsiniz ama fotoğraflar hakikaten çok güzel. Ben tarz olarak belki yanlış ama ne kadar fazla yer görürsem kardır düşüncesinde olanlardanım. Bueno Vista Social Club konusuna gelince, Antalya'da bile o kadar çok Kübalı grup var ki. Herkes bir şekilde buradan nemalanıyor.