Azadi Meydanı o kadar da “meydan gibi” değilmiş, ben zihnimde farklı bir görüntü kurgulamışım.
Tahran Kapalı Çarşısı içerisinde zor bulduğumuz restoranda kebap, pilav ve alkolsüz biradan oluşan yemek sonrası sokaklarda biraz daha turluyor, Nusret’in ısrarlarına dayanmayarak ara sokaklara dalıyor, bir süre sonra kendimizi küçük köhne bir çayhanede nargile keyfi yapan birkaç kişiyle sohbet edip çay içerken buluyoruz.
Ardından istikamet Azadi Meydanı.
Azadi Meydanı tarihe tanıklık etmiş önemli meydanlardan.
Marie Antoinette’nin giyotinle idam edildiği Paris’deki Concorde, 1989’da binlerce öğrencinin katledildiği Pekin’deki Tiananmen veya Küba’nın kalbi, ismini değil belki ama çevreleyen binalardan birinin duvarındaki Che ve “hasta la victoria siempre” rölyefini herkesin hatırlayacağı Havana’daki Plaza de la Revolucion yani “Devrim Meydanı” gibi.
Meydan, İran Devrimi sırasında Şah Rıza Pehlevi yönetimine karşı yapılan gösterilerde sert çatışmalara sahne olmuş. Tıpkı geçen yıl ekonomik sorunlara karşı protesto olarak başlayıp kısa sürede, bu kez devrim sonrası gelen rejimin hükümetine karşı gösterilere dönüşen eylemlere sahne olduğu gibi.
Azadi yani Özgürlük Meydanının ortasında Pers İmparatorluğunun kuruluşunun 2500. Yılı anısına yaptırılan anıt yükseliyor. 1971 yılında inşa edilen anıtın ilk ismi Shahyaad yani Şahları Anma. Tabii ki 1979’daki İran Devriminden sonra bu güzelim anıt, içerisinde “Şah” sözcüğü geçen bir isimle anılamazdı ve ismi Özgürlük Anıtı olarak değiştiriliyor.
Mimar Hossein Amanat’ın eseri Özgürlük Anıtı’nın ilginç bir tasarımı var. Tam altına geçip kafanızı kaldırdığınızda görüntü cidden muhteşem. Grubun mimarı Serdar’ın tam da o noktada, kulenin altında kafalarımızı kaldırmış görüntüyü vizörlerimizden izlerken anlattığı teknik detaylar hatırımda değil ancak hatırladığım kulenin inşası için bayağı detaylı bir mühendislik çabası gerektiği.
1979’daki İran devrimini, malum yaş itibarıyla ben biraz hatırlıyorum. İmam Humeyni’nin sürgünden ülkesine İslam Devriminin lideri olarak dönerken Air France uçağından inişi ve kendisini karşılayan milyonların siyah beyaz görüntüleri hala hatırımdadır.
Devrimlerin öyküsü dünyanın neresine giderseniz gidin genellikle aynıdır. Başta ülkenin kaynaklarını sonuna kadar kullanan bir lider ve etrafındaki küçük zümre, onların altında da giderek fakirleşen ve ezilen bir halk vardır. Ne oluyor yahu diyenin ise başı ezilir ki, İran örneğinde bu başları ezen Şah döneminin istihbarat ajansı, CIA desteğiyle kurulan SAVAK’tır…
Açlıktan ve baskılardan kırılan halk sokaklara dökülüp protestolara başlar. Sokağa dökülenler gerçek halktır; işçiler, orta sınıf memurlar, küçük esnaf gibi. Protestolar yayılınca İslamcılar da eylemlere katılırlar. Zaten Mollalar ve tabii ki onların güdümündeki İslamcılar Şah’a kıldırlar. Şah laiktir, hoşlarına gitmeyen modernist uygulamaları vardır. E sokaklara çıkmayı, başkaldırmayı seven, devrim ihtimalini seven solcular durur mu? Gaza gelip onlar da dökülürler sokaklara, demokrasi hayalleri kurarak İslamcılarla birlikte omuz omuza eylemler yaparlar.
İran Devrimi öncesinde İslamcılarla Solcular arasındaki ilişkiyi daha iyi kavrayabilmek açısından İran’a gitmeden hemen önce okuduğum bir makaleden alıntı yapmak istiyorum burada izninizle;
“İranlı tarihçi Ervand Abrahamian, devrimde rol alan muhalif güçleri açıkladığı 4 Şubat 1979 tarihli makalesini şu sözlerle bitiriyordu:
“Dini grupların işçi hareketi üzerindeki etkisini yakın zamanda kaybetmesi çok olası. Böylece sol, 2,5 milyon maaşlı çalışanı içeren ve çağdaş İran’da etkili olan en büyük ve tek şehirli sınıfın alanına çok daha kolay etki edebilecek.”
Makalenin tamamı için bakınız: İran İslam Devrimi 40. yılında: Şah karşıtı solculara ne oldu?
Fakat Şah ülkesinden kaçıp, milyonlar Humeyni’yi karşılayıp Devrim gerçekleştiğinde Mollalar sağ gösterip sol vururlar ve İran halkı kendini bir anda Şeriat ile yönetilen bir İslam Cumhuriyetinin içerisinde bulur. Ve yine her zamanki gibi devrim önce kendi evlatlarını yer ve solcuları ve demokrat İslamcıları dağıtır.
Bu arada insan şöyle düşünmeden de yapamıyor. Acaba sokaktaki halkın başlatıp, İslamcıların ve Solcuların omuz omuza destek verdiği devrimi mümkün olup da solcular sahiplenebilseydi bugün İran nasıl bir yer olurdu?
Bu İran’a özgü Şeriat ile yönetilen İslam Cumhuriyetinin nasıl bir yönetim şekli olduğundan söz etmeyi ise sizleri fazla sıkmamak adına sonraya bırakıyorum.
Azadi Meydanı için o kadar da “meydan gibi” değilmiş dedim ya. Nedeni de şu: Meydan deyince benim kafamda beliren yukarıda saydıklarımdan Paris’teki Concorde veya Havana’daki Devrim Meydanı gibi olanlar. Yani şehrin kalbinde, merkezinde, etrafı büyük binalarla çevrili alanlar. Fakat Azadi Meydanı öyle değil. Tahran’ın Batı girişinde ve deyim yerindeyse adeta şehrin bitmeye başladığı sınırlarda…
Azadi Meydanı sonrasında artık gün batarken arabamıza atlıyor kentin modern tarafına doğru yola çıkıyoruz.
15 Milyona yaklaşan nüfusuyla devasa başkentin modern bölgelerinin, dünyanın farklı başkentlerindeki benzer semtlerden bir farkı yok. Yeni, çok katlı, beton yığını fakat bazıları göze hoş gelen bina yığınları…
Geniş ve akşam trafiğiyle iyice kalabalıklaşan otoyolda (bizim çevre yolu dediklerimiz gibi bir yoldan söz ediyorum, hala Tahran’ın merkezindeyiz) uzaklardan Tahran’ın diğer bir simgesi Milad Kulesi’ni görüyoruz.
Ali “Gitmek ister misiniz?” diye soruyor. Orman mühendisi, dağların, patikaların adamı Nusret zaten modern İran ile değil otantik İran’la ilgileniyor. Serdar ile ben de soruya önceki gece hiç uyumadığımızdan belki de, gönülsüzce bir şeyler geveleyerek yanıt veriyor, vazgeçiyoruz.
Sonraki durağımız Tabiat Köprüsü.
Burası aslında küçük bir vadi ile ikiye ayrılmış bir parkı birbirine bağlayan, neredeyse viyadük yüksekliğinde bir üst geçit. Alttan geçen bir, hatta sanırım iki otoyol var. Üst geçidin üzerinde ise kafe ve restoranlar. Ve geceleri de göze çok hoş gelen yeşil tonlarda bir aydınlatma.
Parkı ve köprüyü gezmeden önce arabayı park ettiğimiz yerin hemen yakınındaki, bizdeki birbirinin aynısı ama onlarca farklı ismi olan “kahveci”lerden pek de bir farkı olmayan bir kafede oturup bir şeyler içiyor, hazır wi-fi bulmuşken de “Instagram story” lerimizi “Biz İran’dayız” şeklinde hafiften hava atma modunda güncelliyoruz. Günahlarımız affola! Bu arada İran’da Facebook ve Twitter yasak. Fakat vpn indirmek paha biçilemez…
Kahvelerimizin yanına birer cheese cake alma konusunda ise Serdar ve ben gönülsüz kalamıyoruz. Bu arada tüm İran seyahatimiz boyunca neredeyse tüm akşamları, klasik anlamda akşam yemeği yemeden geçirdik, geçiştirdik. Öğle yemeklerinde kebapları “biraz” abarttığımız için akşamları genellikle çok da aç olmuyorduk.
Hava hafiften serinliğini hissettirmeye başlasa da parkta ve köprüde bir yürüyüş yapıyoruz. Hava çoktan kararmış olsa da park kalabalık sayılır, arkadaş grupları, çiftler birlikte takılıyorlar.
Ama ben en çok parktaki heykelleri seviyorum, heykel sanatı konusunda İran’dan öğrenecek çok fazla şeyimiz var.
Ve taşımaya üşenip kendi makinemi arabada bıraktığımdan Serdar’ın kareleriyle Tabiat Köprüsü ve Ab-o-Atash Parkı:
Otele dönerken aklımda Tahran planlarım arasında olup da şehrin trafiğinden, keşmekeşinden ürküp vazgeçtiğim bir planım geliyor.
“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” dizelerinden hatırlayacağınız Şair Füruğ Ferruhzad’ın bir dönem akşamları takıldığı restoranda yemek yemek… Magma Dergisinin Aralık sayısında Yazar Nedim Gürsel imzalı “İran, Şehnâme’nin Peşinde” isimli enfes yazıyı okuduktan sonra yapmıştım planı ama olmadı. Yazıya göre Cafe Gole Rezaieh (shervin) isimli mekânda Furüğ anısına, onun için boş bırakılan bir masa varmış…
Yapacak bir şey yok, seyahatin en zayıf halkası Tahran’ı sadece 1 güne sığdırınca ancak bu kadar…
Ertesi sabah erkenden yollara düşeceğiz.
Sürecek
Tahran’da bir numara yok ama diğer şehirler 10 numara 5 yıldız. Kuş ölür, sen uçuşu hatırla. Kalemine sağlık.