1979’da devrilen Şah’ın bir dışişleri bakanı “Buraya eski Yunanlılar, Romalılar, Türkler ve daha başka milletler geldiler, asırlarca hüküm sürdüler ve hepsi bizden bir şeyler öğrenip gittiler” demiş…
İsfahan’dan Yezd’e doğru yola çıktığımız sabah o bakanın ne demek istediğini çoktan anlamaya başlamıştık.
Arada delilenip de “şeriatçılar İran’a gitsin” demek veya Antalya’ya iner inmez zaten “üçte iki kapalı” başlarını açan İranlı kadınları görüp “İran halkı mollaları istemiyor, yakında giderler” mealinde yorumlar yapmak en basit haliyle bizleri cahil yapıyor.
İran yüzlerce yıllık tarihi ve kültürüyle gerçekten çok büyük. Biraz olsun anlamak için buralara gelmek ve çok da okumak gerekiyor. Ama tabii ki kendinizi hiç yormadan “şeriatçılar İran’a veya yakında mollalar gider” kalıplarıyla da hayatınızı sürdürebilirsiniz. Ne de olsa bu topraklarda cehalet seviliyor… Bir de küçücük bir saptama Osmanlı’nın bu kadar çok savaştığı İran’la bugün halkların bu kadar dost olması çok ilginç. Yönetimlerin değil, halkların, sokaktaki insanların. (1514’deki Çaldıran’dan 1823’de biten Osmanlı İran savaşına kadar o kadar çok karşı karşıya gelmişiz ki).
Havanın şeker gibi olduğu bir Şubat sabahında çok sevdiğimiz İsfahan’dan, gezinin heyecanla beklediğim şehri Yezd’e doğru yola çıkarken ister istemez otelimizin hemen karşısındaki harika köprü Siosepol’e son kez şöyle bir bakıyorum. Eminim Serdar da acaba şu açıdan bir fotoğraf daha mı çekseydim diye bakmıştır…
Yaklaşık 140 kilometre yol alıp öncesinde hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı ama bizi şaşırtan güzel şehir Na’in’e varıyoruz. Ve itiraf ediyorum bu şehre haksızlık yaptık.
Na’in 2 bin yıllık tarihiyle İran’ın en eski yerleşimlerinden biri. Sasani döneminde ticaret yolları üzerinde yer alırmış. Şehrin 10. veya 11. yüzyıllarda inşa edilmiş Cuma Camii, Masjed-e Jameh, İran’ın en eski camilerinden biri. Narenj Qal yani Narenj veya Narin Kalesi de şehrin önemli eserlerinden.
Ve her İran şehrinde olduğu gibi burada da güzel bir kapalı çarşı var.
Şehir merkezine girip, arabayı park ettiğimiz ilk noktada ise yukarıda saydıklarım yerine ilk karşımıza çıkan İran’ın binlerce yıllık yeraltı su arzı sistemi Qanat ve Badgir denilen soğutma kuleleri oluyor. Soğutma kuleleri günün sonunda ulaşacağımız Yezd’de neredeyse her köşe başında karşımıza çıkacak…
Önce Qanat siteminden söz edeyim izninizle.
İranlılar kurak bölgelere su sağlamak için çok eski çağlarda bu sistemi geliştirmişler. Sistem kabaca şu: Dikine kazılan pek çok kuyu tabanda yatay bir tünel ile birbirine bağlanıyor. Bu kuyulardan katmanlar boyunca sızan ve terleme yoluyla da biriken su tabandaki yatay tünel içerisinde toplanıyor ve dağıtılıyor.
Ahameniş Hanedanı döneminde (MÖ 500’ler) kurak topraklara su taşımayı başaran köylülere o toprakları işleme hakkı veriliyormuş ve bu hak 5 nesil de devam ediyormuş. İşte bu Perslere özgü uygulama sayesinde İran’ın tüm kurak bölgeleri neredeyse karış karış tünellerle donatılmış ve bu geleneksel Qanat Sistemi de hala varlığını sürdürüyor.
Rüzgar tutan anlamına gelen Badgir’ler yani Rüzgar Kuleleri ise İran mimarisinin önemli mucizelerinden dersek abartmış olmayız sanırım. Badgir kabaca bildiğimiz klima. Soğutma kulesi üzerindeki bacadan giren sıcak hava akım sayesinde evin altındaki su haznesine yöneliyor. Orada soğuyor ve soğuyan hava yine akım sayesinde evi soğutuyor. Bu geleneksel merkezi sistem klimalar 20 dereceye kadar varan farklar yaratabiliyormuş.
Ayrıca bu Badgir’lerin bir fonksiyonu da çok soğuk kış günlerinde içeri alınan soğuk havayla buz kalıpları oluşturmak. Uzun süre erimeden kalan bu buz kalıpları sayesinde de gıda maddeleri uzun süre saklanabiliyormuş.
Ertesi gün Yezd’de binlercesini göreceğimiz, Badgirlere ve Qanat Sisteminin bir parçası olan sarnıçlara şöyle bir baktıktan sonra Na’in Çarşısına dalıyoruz. Fakat şansımıza İran’ın uzun öğle arasına veya bir tatil gününe denk gelmişiz ki tüm dükkanlar kapalı ve ortalıkta da in cin top oynuyor. Fakat ne Serdar ne de ben şikâyet etmiyor, onlarca kare çekiyoruz.
Çarşı ile ilgili yazıyı hazırlarken Wikipedia’da karşıma çıkan şu cümleyi de paylaşmadan geçemeyeceğim: “Ancak bugünlerde perakendeciler şehrin sokaklarına taşındığı için çarşı neredeyse terkedilmiş durumda.”
Arkasından biraz sokaklarda dolaşıp, oradan arabamızla şehrin diğer tarafına geçiyoruz.
Şehrin diğer tarafında, Muhammadieh isimli bölgede Sardab veya Aba Bafi denilen insan yapımı mağaralar var. Bu mağaralar zamanında burada yaşayan Zerdüştler tarafından kazılmış. Zerdüştler gittikten sonra da Müslümanlar mağaraları atölye olarak kullanmışlar. Bugün hala pek çoğunda Na’in’in dünyaca meşhur el emeği halı ve kilimlerinin dokunduğu tezgahlar var. Yine bu mağaralarda dokunan deve tüyü yelekler tüm Arap dünyasında bayağı popülermiş.
Girdiğimiz mağara atölyedeki yaşlı amca Türk olduğumuzu öğrenince çok mutlu oluyor, sohbet ediyoruz. Tabii ki tüm İran’da karşılaştığımız hemen herkesle Serdar ve bana kıyasla çok daha iyi iletişim kuran Nusret sohbet işini abartmakla kalmayıp alışveriş yapmayı da ihmal etmiyor. Yaşlı amcamız Şah zamanını arıyor, Mollaları sevmiyor ve “Mustafa Kemal çok büyük devlet adamıydı, Türkiye çok güzel, keşke bizim de bir Mustafa Kemal’imiz olsaydı” diyor…”
Yukarıda da dediğim gibi Na’in’e haksızlık etmişiz. İsfahan Yezd arasında bir mola yeri olmaktan çok daha önemli bir şehirmiş. Şimdiki aklım olsa önceden çalışır, daha uzun süre kalırdık. Masjed-e Jameh ve Narenj Kalesi’e de mutlaka giderdik. Ama yine de bolca fotoğraf çektik…
Sonraki durağımız 125 kilometre ilerideki Meybod.
Meybod’a girer girmez hemen kendimizi ilk gördüğümüz Shah Abbasi Restorana atıyoruz. Açız, susadık, hava sıcak ve yorulduk. İran’ın enfes kebaplarından ve benim sade gazoz niyetine içip de giderek daha çok sevmeye başladığım alkolsüz birayı götürdükten sonra ancak şehre şöyle bir bakmak geliyor aklımıza. En azından benim aklıma, Serdar’la Nusret’e haksızlık etmeyeyim…
Eski bir kervansarayın restore edilmiş hali ve tripadvisor’un şiddetle benim de neden olmasın diyerek tavsiye edeceğim Shah Abbasi Restoranın hemen yanında kale var.
Meybod’un Naryn veya Narin Kalesi tarihi kerpiç bir kale.
Efsaneye göre Narin Kalesi Kral Süleyman’a ait olup ruhlar tarafından inşa edildiyse de şu anda zamana direnen kale Sasaniler döneminden kalma. Yani en erken 200’lü yıllardan. Fakat kalenin öncesinde, bu bölgede İÖ 4000’lerde bile insanların yaşadığı biliniyor. Hatta rivayete göre Sasani’ler kaleyi bir Ziggurat’ın üzerine inşa etmişler. Bu yüzden de kalenin girişinde tarih olarak “BC 4000” diye yazıyor… Ziggurat, Antik Mezopotamya ve İran’da, terası bulunan piramitlere benzeyen tapınak kulelerine verilen isim bu arada.
Kaleden fena sayılmayacak bir Meybod manzarası var. Fena sayılmayacak derken, kale yeterince yüksek, en üst bölümü 25 metre kadarmış. Ama Meybod çok özel değil. İranlı, varsa Meybod’lu okuyan dostlar ne olur kusuruma bakmasın. Malum tok ağırlaması güçtür derler, Antalya’da yaşayan bir İzmirli olarak Meybod’u beğenmeme hakkımı kullanıyorum…
Gittiğimiz her mekânda olduğu gibi burada da bir ton fotoğraf çektikten sonra yeniden yollara düşüyoruz. Yezd’e sadece 52 kilometre kaldı…
Yezd benim için gezinin en önemli durağı. Tabii ki İlber Hoca önerdiği için değil. Uzun zamandır çok merak ettiğim Zerdüştlerin Sessizlik Kulelerini kendi gözlerimle görebilmek için. Yezd Nusret için de önemli, daracık arka sokaklarında kaybolmak ve gerçek bir çölü koklamak için. Dönüşte çölde çektiği muhteşem atlı fotoğraflarından anladığım kadarıyla Serdar için de çok önemliymiş.
Yezd şehir merkezine Ali’nin hosteline gitmeden önce çöle uğruyoruz.
Ana yoldan ayrılıp toprak bir yoldan bir 20 dakika kadar devam edip bir çöl kampına varıyoruz.
İnternette bayağı bir arayıp, sadece bir görselde Farsça ismini bulup, kopyala-yapıştır yapıp, Google çeviri sayesinde Türkçe ismini ancak öğrendiğim “Yağmur sürücü veya binici Kampı” (Rain Rider Camp) ilk bakışta pek göze hoş gelmese de az sonra yakındaki tepeye tırmanıp, yukarıdan baktığımda bana bir bilimkurgu filmi platosu gibi gelecek…
E gittiğin yerin adının oradayken sorup bir kenara not alsaydın ya diyeceklere yanıtım: İran dışında bu tip mekanların isimlerini, dönüşte yazıyı hazırlama aşamasında nette ararken hiç zorlanmadım ki şimdiye kadar…
Henüz turizm sezonu olmadığından (Şubat sonu) kamp biraz âtıl durumda. Çalışanlar dışında pek kimsecikler yok ortalıkta. İsteyenlerin geceyi burada geçirebilecekleri küp şeklindeki odalar çok sevimli. Etrafta çöl safarilerinin vazgeçilmezi birkaç ATV ve 4×4 araç var. Ve atlar ve atlılar.
Günün sonuna yaklaşıyoruz, hava kararmak üzere. Hemen en yakındaki tepeye ardından bir sonrakine tırmanıyoruz…. Tamam itiraf ediyorum ben bir sonrakine tırmanmaktan vazgeçip, geriye kampa dönüyor, kafeteryamsı mekanda sobanın başına oturup -hava cidden bir anda soğuyor çünkü- sıcacık çayımı yudumlayıp, bizden sonra gelen, İran’ı tek başına gezen Litvanyalı bir turist ile Antalya ve -tabii ki- basketbol muhabbeti yapıyorum.
Nusret bol bol çölü hissettikten, Serdar’da atlıların ve çölün onlarca muhteşem fotoğrafını çektikten sonra geliyorlar. Her zamanki ukalalığımı yapıyor “Ya burası da güzel ama Namib çok daha güzeldi, Wadi Rum’da da Sahra’nın kumları inanılmaz yumuşaktı, burası gibi değildi diyorum” Nusret “Ulan Çağlar” diyor, susuyor, çay içip gülüyoruz.
Şaka bir yana Yezd Çölü veya gerçek ismiyle Bafgh Çölü çok güzel ve yolunuz buralara düşerse görmeye değer.
Çaylarımız bittiğinde hava kararmış, yorgunuz. Doğrudan Yezd’e, Ali’nin hosteli Qashqai Hostel’e gidiyoruz. Ali’nin eşi harika yemekler hazırlamış.
Yarın benim için büyük gün, Sessizlik Kulelerine gideceğiz.
Ve Bafgh Çölü’nden fotoğraflar…
Sürecek…
Her zamanki gibi keyifle okuduk. Devam … ?