Çikolata ve waffle kokan sokaklarında hayranlık ve biraz da gıpta ile etrafımızı izleyip yürüyerek geçirdiğimiz günün ardından, odamıza çıkmadan önce, güne keyifli bir kapanış yapmak adına otelimizin barında birer içki içip, Brugge doğumlu barmenimiz Benjamin ile sohbet ederken, çok da şaşırmadığım şu cümleyi duyuyorum: “Biz Brugge’lüler o filmden nefret ederiz.”
Oysa benim orada olma nedenim tam da o film; In Bruges.
Benjamin’in filmden nefret etme nedenini anlıyorum. Her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği Antalya’da yaşayan biri olarak…
Martin McDonagh’ın artık kült diyebileceğimiz bu kara komedi filmini izledikten sonra ancak Brugge’ün varlığından haberdar olup gelen ve Benjamin gibi şehrin gerçek sahiplerini rahatsız eden o turist kalabalığına ben de dahilim. Üzgünüm Benjamin. Her ne kadar Ray, filmin bir sahnesinde sürekli “Bruges is a shithole” deyip duruyorsa da Brugge, gördüğüm en güzel şehirlerden biri…
Yola çıkmadan önce plan basitti aslında. Antalya’dan Sunexpress ile direkt Brüksel’e uçalım, çok da bir numarası olmayan Brüksel’de bir gün takılalım, sonra da araba kiralayıp Gent ve Brugge’e geçelim. Bir gün Gent, iki gün de Brugge’de kalalım ve bir gün Brugge’e yeteceğinden ertesi gün de arabayla çevreyi gezeriz demiştik. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve Brugge’u çok beğenince kiraladığımız araç 2 gün boyunca otelimize yürüme mesafesindeki Pandreitje Car Park’da yattı. Not: Yazar burada bu otoparkı önermektedir.
Açıkçası ilk kez Avrupa’da araç kullanan benim için, Türkiye’de özellikle de Antalya trafiğinde araba kullanmakla “uygar” bir ülkede araba kullanmak arasındaki farkı gözlemlemek açısından iyi bir deneyim oldu. Pahalıya gelse de. Fakat siz siz olun benim gibi saçmalamayın: Eğer şehirden çıkmayacaksanız tren kullanın, hem paranız cebinizde kalsın hem de uygar ülkelerdeki insanların trafikte nasıl davrandıklarını görüp boş yere moralinizi bozmayın.
Bu arada belirtmeliyim Brugge’deki oteli seçerken bir tık kendimizi şımartmış olabiliriz. Sonuçta, 50’li yaşlarımın tam da ortasına gireceğim tarihte, doğum günümde Brugge’de olacağımızdan özel bir otel olsun istedik. E kazandığı onca ödülün arasında, “Best Hotel in Belgium in the category ‘Romance’ by Tripadvisor” ödülü de olan Van Cleef Boutique Hotel‘den daha iyi bir tercih olabilir miydi? Ki seyahat yazarı Debby Pappy, “Ölmeden Önce Kalmanız Gereken 150 Otel” isimli kitabında da bu otele de yer vermiş. Kaldı 149…
Tabii ki itiraf ediyorum, seyahatimizi planlarken, booking.com’da Brugge otellerini listelediğimizde Van Cleef Hotel, isminden ötürü bu sinemasever yazarın ilgisini çekmiş de olabilir. Bkz. Lee Van Cleef namı diğer ‘kötü’ namı diğer Sentenza (Angel Eyes). Filmin ıslıkla çalınan melodisi geldi mi kulaklarınıza?
Kusuruma bakmazsanız burada biraz otelden söz edip “karşılıksız” reklamını yapmak istiyorum. Efendim Van Cleef, Nelçikalı Vanhaecke Ailesinin, otelin resmi sitesinde belirttiklerine göre “dostça misafirperverlik sanatını” icra ettikleri dördüncü otelleri. Ailenin 20 yıllık dostu ve otelin yöneticisi Rebecca otelin her şeyi adeta. Kapıdan adımınızı attığınız İlk andan otelden ayrıldığınız son ana kadar neye ihtiyacınız varsa sürekli yanınızda ve son derece profesyönel. Şöyle bir örnekle ne demek istediğimi anlatabilirim sanırım: Otelden check-out yaparken Rebecca’ya sadece şöyle bir soru sordum: “Rebecca, bizim arabayı bıraktığımız otopark yürüme mesafesinde, fakat dışarıda hava çok rüzgârlı bu kısa mesafe için taksi çağırmamız mümkün mü, sorun olur mu?”
Sonrasında Rebecca bizi otelin “hayallerimizin kış bahçesi olabilecek” bölümünde “lütfen bir 10 dakika” bekletirken, taksimiz gelmiş, valizlerimiz araca yerleştirilmiş, şoföre gideceğimiz yer söylenmiş, bize yolda ihtiyacımız olabilir diye birer şişe su ikram edilmişti. Ayrıca bana da “siz kahve seviyorsunuz, gitmeden son kez bir americano ikram edeyim” deyip elinde fincan ile yanıma gelmişti bile…
Otelin muhteşem dekorasyonundan söz etmektense birkaç fotoğraf bırakmak daha akıllıca olacaktır sanırım. Bir de uyarı, otelin içerisinde kendi tasarımları son derece zevkli ve zarif takılar olan küçük bir butik de var. Kredi kartınıza hakim olun, yazarın tavsiyesidir.
Ve fotoğraflar:
İlk gün otelimize yerleşip, kendimizi dışarı atıyor ve Brugge’ün yüzlerce yıllık sokaklarında plansız, hedefsiz yürümeye başlıyoruz.
İlk dikkatimi çekenler: Caddeye bakan yüzlerinin çatı katları üçgen, ince uzun pötibör bisküvi veya Lego’ya benzeyen, kapıları direk sokağa açılıp (en sevdiğim), pencereleri sokağa bakan evler, kanallar, köprüler, parklar, hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkan estetik heykeller ve bazıları fotoğrafını çekmek isteyeceğiniz kadar orijinal ve güzel tabelalar.
En çok da buna imrendim sanırım; tabela kirliliğinin olmamasına. Tüm çalışma hayatını “turistik” Antalya ve ilçelerinde geçirmiş biri olarak şehirlerimizdeki tabela kirliliğine hep üzülmüşümdür. Diğer yandan belki de onca çirkin tabela, bizim daha çirkin binalarımızı örtüyordur, kim bilir?
Bir de Türk halkının heykel sanatıyla olan imtihanı hepimizin malumu olduğundan Avrupa’nın herhangi bir şehrindeki heykeller karşısında duyduğum kıskançlığı burada bir kez daha belirtmeye gerek duymuyorum. Üstelik burada sözünü ettiğim öyle Michelangelo veya Donatello’nun eserleri gibi heykeller de değil, sokaklarda gördüğünüz sıradan heykeller. Üzülerek söylüyorum ki Vietnam’da hatta İran’da bile sokaklarda, parklarda bizdekilerden çok daha güzel, estetik heykeller gördüm. Neyse çıkalım bu konudan…
Doğal olarak böyle bir yazıda biraz olsun Brugge’ün tarihinden de söz etmek lazım takdir edersiniz. Fakat yazar sıkıcı olmamak adına bunu sadece birkaç cümle ile geçiştirecek izninizle.
Efendim şehrin kuruluşu ta Milattan önce ilk yüzyılda Julius Cesar’ın buraları işgal edip ardından da sahil bölgesini korsanlardan korumak amacıyla surlar inşa etmesine kadar dayanıyor. Bu surların verdiği güvenle ilk yerleşimciler gelmişler buralara. Sonrasında tüm Orta çağı (MS 500-1500) gayet canlı bir şekilde yaşayan şehir Avrupa’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri olmuş hatta 12. ve 15. yüzyıllar arasında altın çağını yaşamış.
Her iki dünya savaşında da Almanlar tarafından işgal edilen Brugge, büyük olasılıkla şehrin savaş cephelerinden uzak konumu nedeniyle, hiçbir saldırıya maruz kalmamış ve iki savaştan da hasar görmeden çıkmayı başarmış.
Etrafımıza hayran hayran bakarak yürürken kendimizi bulduğumuz ilk meydan Burg meydanı oluyor. Kim olduğunu bilmediğim birinin de dediği gibi; Market Meydanı Brugge’nin kalbiyse, Burg Meydanı da ruhudur…
Meydanda birbirine bitişik, Gotik tarzda birkaç bina var. Hani karşısına geçip, uzun uzun bakıp “Ne kadar muhteşem binalar bunlar” diyeceğiniz türden binalar. Biri Brugge Belediyesi, diğeri eski Nüfus-Sicil İdaresi (Oude Civiele Griffie) ve Fransız Devrimi sonrasında yıkılana kadar şehrin en büyük katedrali olan St. Salvator Katedrali.
Fakat benim en çok ilgimi çeken meydanın bir köşesine sıkışıp kalmış küçük yapı oluyor: Basilica of the Holy Blood yani Kutsal Kan Bazilikası. 12. Yüzyılda Roman Katolik stilde inşa edilip, sonra Gotik tarza dönüştürülmüş olan bu bazilika, iddia edildiğine göre İsa’nın kanını içeren bir kumaş parçasına da ev sahipliği yapıyor.
Efendim, Matta İncili’ne göre, Arimatyalı Yusuf, çarmıhtan indirilen İsa’nın kanlar içindeki bedenini bezlerle temizleyip kefenleyen kişiydi. Bu kanlı bezler, diğer kalıntılarla birlikte Kudüs’te saklanmış.
Bir rivayete göre, Flandre Kontu Thierry of Alsace 1150 yılında İsa’nın kanına ait bu relikleri Brugge’e getirmiş. Ancak bu bilgi diğer taraftan birçok tarihçi tarafından şüpheyle karşılanmaktaymış. (Flandre Kontluğu, Fransa Krallığından soyluların Brugge, Gent ve Lille’de kurdukları bir kontluk.)
Bununla birlikte, 13. yüzyıla kadar uzanan kayıtlarda Şehir konseyinin ve Brugge sakinlerinin reliklere sahip olmaktan duydukları gururu anlatan notlar bulunmaktaymış. Ayrıca, 1204’te Konstantinopolis’in yağmalanmasının ardından birçok relik batıya taşınmış ve kutsal kan reliklerinin de bu taşınanlar arasında olabileceği düşünülmekteymiş.
Sonuç olarak, dünyadaki pek çok kutsal mekânda olduğu gibi, burada da efsaneler ve rivayetler ziyaretçilerin inanmak istedikleriyle karşı karşıya geliyor…
Burg Meydanı’ndan Kutsal Kan Bazilikası’nın olduğu köşe değil de diğer köşeden çıkarsanız, hediyelik eşya, çikolata ve dantel mağazalarının arasından geçerek kısacık bir yürüyüşle kendinizi Brugge’ün merkezinde buluyorsunuz; Market Meydanı (Markt, Market Square). Bu arada unutmadan ekleyeyim Brugge ortaçağdan bu yana dantel işçiliği ile de meşhur bir şehir.
Market Meydanı’nın en belirgin yapısı ise yazının hemen başında sözünü ettiğim malum filmin sonunda –Dikkat spoiler– Ken’in (Brendan Gleesan) kendini aşağı attığı Orta Çağ’dan kalma 83 metre yüksekliğindeki çan kulesi yani Belfry. Şehrin önemli simgelerinden biri olup muhtemelen her yerinden görülebilen Belfry, eskiden hazine ve belediye arşivlerine ev sahipliği yapmış ve yangınlar ile diğer tehlikeleri gözlemek amacıyla hizmet vermiş.
Meydan oldukça hareketli ve gürültülü. Meydanı çevreleyen binaların altında kafe ve restoranlar var. Şehir turu yapabileceğiniz, üzeri açık minibüsler ve yine bir yarım saat kadar şehrin sokaklarında gezebileceğiniz devasa bir atın çektiği faytonlar buradan kalkıyorlar. Ve meydanın önemli bir bölümünü kaplayan bir de lunapark var. Açıkçası bu güzelim meydanda belki pek çok Avrupa kentinde görmeye aşina olduğumuz o rengarenk atlıkarıncalardan biri olsa tolere edilebilir, hatta meydana bir hoşluk bile katabilirdi. Fakat küçük bile olsa bir lunapark… Bilemedim, meydanın dokusunu çok bozmuş.
Belki de meydanın ortasında heykelleri bulunan Brugge’lü kahramanlar Jan Breydel ve Pieter De Coninck bile bu durumdan rahatsızdır; “Pieter, turistler neyse de bu lunapark ne yahu? Haklısın Jan, neyse en azından bizim heykeller hala duruyor”
Sanırım kim olduğunu bilmediğim o kişi söylediklerinde haklıydı; günün her anı turistlerle dolu, gürültülü, yorucu bu meydan Brugge’ün kalbi belki ama kesinlikle orta çağdan bugüne kadar kim bilir nelere şahit olmuş yorgun ruhunun ihtiyacı olan dinginlik Burg Meydanı’nda…
Günün kalanında, Brugge’de bir gün daha geçirebileceğimizin hatta geçirmemiz gerektiğinin farkına varıp, acele etmeden şehrin yüzlerce yıllık sokaklarında öylece takılıyoruz.
Kanal Sokağında karşımıza çıkan Brugge’ün en eski otellerinden Relais Bourgondisch Cruyce’un, özellikle de Ray’in suya atladığı pencerenin fotoğraflarını çekiyorum. In Bruges filminde Ken ve Ray’in konakladıkları bu otel bugün, özellikle benim gibi sinema meraklısı turistlerin ilgisini çeken lüks bir otel ve çoktan sinema tutkunları için bir sinematografik hac mekanına dönüşmüş.
Hemen yakınlardaki el yapımı çikolata ve şekerleme evi Confiserie Chocolaterie Crevin’de (dikkat yazarın tavsiyesi) kısa bir çikolata tabağı ve kahve molası verdikten sonra yeniden sokaklarda takılmaya devam ediyoruz.
Ardından da tabii ki olmazsa olmaz bir Avrupa şehri klasiğine katılıyoruz: Tekneyle kanal turu.
Eğer sırf pek çok sizinle aynı yere, aynı şey için gelmiş insanla birlikte yapılan aktivitelere “çok turistik abi ya” diyerek burun kıvıran o “farklı” gezginlerdenseniz, bu tekne turunu önermem. Bir kere küçük ve rahatsız koltuklarda sıkış tepiş oturuyorsunuz, üstelik tekne hareket ettiğinden ve etrafınızdakilerin başı, kolu vs. nedeniyle istediğiniz kadrajı yakalamak ekstra zor olduğundan fotoğraf da çekemiyorsunuz. Fakat Brugge’ün köprülerini ve asırlardır ayakta duran harikulade yapılarını kanal tarafından görmenin de başka yolu yok maalesef. Ayrıca turistik falan, ama çok da keyifli. Bence deneyin, aramızda kalır!
Kanal turunda çektiğim karelerden:
Günün sonuna doğru otelimize dönerken, sabah otelimizin işletmecisi sevgili Rebecca’nın önerdiği restoranlardan biri karşımıza çıkıyor: Brasserie Cambrinus. Malumunuz, buraların midyesi meşhur fakat maalesef kalmamış. Neyse ki Brüksel’de yemiştik. Midye olmasa da yemekler çok başarılı, füme somonlu kuşkonmaz çorbasına bayılıyoruz. Ve evet, yazarın tavsiyesi.
Bir sonraki günü de Brugge’de geçirmeye karar verince ertesi gün birkaç müze gezmeye karar veriyoruz.
Bu güzel şehirde güzel bir sabaha içerisinde işkence geçen bir aktivite ile başlamak ne kadar doğru bilmiyorum ama ilk durağımız Musée de la Torture Bruges (Brugge İşkence Müzesi) oluyor.
Efendim, 1215 yılından önce, cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi ölüm cezası gerektiren suçlar hakkındaki hükümler “tanrısal kader” olarak adlandırılan bir sistemle belirlenirmiş; bu sistemde düello, kızgın demir veya suya dayanıklılık gibi yöntemler kullanılırmış. Bu sınavlar, Tanrı’nın hükümlerini ortaya çıkarmaya yararmış yani suçlunun düello, kızgın demir ve suya dayanıklılık “performansına” göre Tanrı, suçsuzluğu veya suçluluğu ilan edermiş.
1215 yılında Katolik Kilisesinin önde gelen piskoposları bir araya gelip (4. Lateran Konsil) demişler ki: Biz bu işe Tanrı’yı karıştırmayalım ve nesnel delillere dayalı bir hukuk sistemi getirelim. Bu nesnel delillere dayalı hukuk sistemi de bildiğiniz “yasal” işkenceye dönüşmüş. Hatta buna havalı bir isim de vermişler: “Torture in the law of proof” yani İspat Hukukunda İşkence…
İşte sonradan müzeye dönüştürülmüş bu Orta Çağın erken dönemlerinde hapishane olarak kullanılmış karanlık ve izbe mahzen insanoğlunun gücü elde ettiğinde ne kadar acımasız olabileceğini gözlerinize sokuyor. Müzede envaiçeşit işkence aleti sergileniyor. Hatta bazılarını aklımızın alabilmesi için balmumu heykeller üzerinde gösterilmişler.
Mesela müzede Garrote ismi verilen, kelime anlamı boğmak veya sıkmak olan, İspanyolların işkence literatürüne kattıkları bir alet var. İdam için kullanılıyormuş: Kurban sırtı başının arkası dahil bir direğe dayanıp oturtuluyor, boynuna metal bir halka geçiriliyor, ensesine dayanan da metal bir pim var. Bir çarkın çevrilmesiyle metal halka gittikçe daralıyor, kurban ya boğuluyor ya da pimin baskısıyla omurgası kırılıyor. İşte bu “harika” yöntem, icat eden İspanyollar tarafından 1970’lere kadar, General Franco’nun iktidarı döneminde de sık olarak kullanılmış. Müzede bu aletin sergilendiği bölümde bir ekranda bu alet ile Franco döneminde idam edilen aktivist ve anarşist Salvador Puig Antich’in hikayesini anlatan Salvador filmindeki idam sahnesi de gösteriliyor.
Müzenin girişindeki bir afişte yazdığı gibi, belki de adalet gözlerindeki bağı en azından kötücül olan ile talihsiz olan arasındaki farkı ayırt etmesine yetecek kadar çıkartmalıdır.
İnsanlığın hatırlamak istemediğimiz karanlık bir dönemine göz ucuyla da olsa bir bakıp rahatsız olmak isterseniz Brugge İşkence Müzesini tavsiye ederim.
Müzeden çıktığınızda, sanki gördüklerinizle bir daha karşılaşma olasılığınız yokmuş gibi sahte bir rahatlık hissetseniz de bu duygu çok kısa sürüyor. Franco 1970’lerin ortasına kadar yaşamış malumunuz, benim de aklıma çok değil 10-15 yıl önce Kamboçya’da Phnom Penh’deki Tuol Sleng Soykırım Müzesi‘nde gördüklerim geliyor. Kızıl Khmerlerin 1975-79 yılları arasında milyonlarca insanı sistematik bir şekilde işkence ederek öldürmelerinin ardından “yine unutmamak için” yapılmış bir müze… Ortaçağ’dan yaklaşık 500 yıl sonra hem de. Neyse, bu konuları bir kenara bırakalım, sonuçta bu bir seyahat yazısı.
Hieronymus Bosch’u nasıl bilirdiniz?
Malumunuz, Rönesans’ın önemli ressamlarından olan Bosch, tablolarında olağanüstü detaylara yer vermiş: Dini konular, felsefi temalar, fantastik sahneler, gizemli semboller. Hayal gücünüzü zorlayan esrarengiz bir atmosfere sahip tabloları vardır, değil mi? Peki, bir Bosch tablosu içinde gezinmeye ne dersiniz?
İşte sonraki durağımız bu ilginç müzede bunu gerçekleştirebilirsiniz: Musea Sculpta.
Şöyle düşünün; Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi” tablosundaki tüm detaylar rölyef veya kabartma şeklinde, etrafınızdaki duvarları kaplıyor ve siz de bu detayların arasında, tablonun içinde dolaşıyorsunuz.
Kitabi bilgi vermek adına da şöyle diyeyim; bu 700 metrekare yer kaplayan devasa alçı heykeller, pek çok uluslararası sanatçı tarafından 22 ton alçı kullanılarak yaratılmış.
Bu arada Hieronymus Bosch’u pek “iyi bildiğimden” yazıda torpil geçmiş olabilirim, fakat müzede başka iki ressama ait eserler de canlandırılmış: Hans Hemling ve Van Eyk Kardeşler (Jan ve Hubert).”
Musa Sculpta’dan birkaç fotoğraf bırakayım:
Bu iki müzenin ardından yine biraz dolaşıp, yemek molası verip ardından da faytonla şehir turu yapıyoruz.
Genellikle dev atların çektiği faytonlar şehrin kalbi Markt meydanından kalkıyor. Fayton sürücüleri, en azından benim gördüklerim, gencecik kızlar. Tur yarım saat kadar sürüyor ve arada kanal kenarında güzel bir parkta atın dinlenmesi için kısa bir mola veriyorsunuz. Arka planda kanal, park ve kuğular varken faytonda fotoğraf çektirmek için iyi bir fırsat.
Yolculuğun başında genç sürücümüz bize “Yolculuk sırasında göreceklerimiz hakkında bilgiler vermemi ister misiniz, yoksa sessiz mi kalayım?” diye soruyor. Gerçi bunu azıcık kabaca söylüyor sanki: “Do you want me to shut up?” Anadili İngilizce olmadığından kaba olduğunu düşünmek istemiyoruz. Kibarca mümkünse biz sadece etrafı izlemek istiyoruz diyoruz ve şehrin dolambaçlı sokakları, asırlık meydanları ve sevimli köprüleri üzerinde, en önemli mekanlardan bazılarını da görerek asfalt üzerindeki ritmik nal sesleri eşliğinde keyifle geziyoruz.
Günün son müzesi ilk ikisine kıyasla daha büyük ve popüler: Groeningemuseum.
Brugge Belediyesine ait bu müze Belçika’nın en önemli müzelerinden biri. Orta Çağ’dan kalma Eekhout isimli bir manastırdan geride kalanların üzerine inşa edilmiş. Müzede Jan van Eyck, Hans Memling, Hieronymus Bosch gibi ünlü ressamların ve diğer Flaman ustaların eserleri var. Müze altı yüzyılı kapsayan Flaman ve Belçika resimlerinden oluşan bir koleksiyona ev sahipliği yapmaktaymış.
Meraklısı için hemen söyleyeyim hani bir yerlerde gördüğünüz, popüler ama kimin eseri olduğundan çok da emin olmadığınız bazı tablolar vardır. Mesela; eşi Jan van Eyck tarafından yapılan Margaret van Eyck’in Portresi. İsmini söylediğimde muhtemelen pek bir şey ifade etmeyecek olan bu tabloyu gördüğünüzde sanırım anımsayacaksınız. Daha okuma yazmayı öğrenmeden önce Cumhuriyet Ansiklopedisindeki resimlerine bakarak oyalanan kuşaktan olan bendeniz bu tabloyu çok iyi bilirim sözgelimi. İşte bu tablo Groningen Müzesinde. Keza Joseph-Denis Odevaere’nin Lord Byron Ölüm Yatağında tablosu da. İtiraf edeyim bu tablo da bana çok tanıdık geldi fakat ressamının ismini daha önce hiç duymamıştım. Bu da Yazarın cehaleti olsun…
Groningemuseum yaklaşık 1-1,5 saatte keyifle gezebileceğiniz güzel bir müze.
Groeningemuseum’dan birkaç fotoğraf bırakıyorum. Büyük olasılıkla yukarıda sözünü ettiğim Margaret van Eyck’in Portresi ve Lord Byron Ölüm Yatağında tablolarını sadece seyrettiğimden fotoğraflarını çekmemişim. Onun yerine netten bulduklarımı ekliyorum.
Yukarıda bir yerlerde söz etmiştim, malumunuz Burgge’deki ikinci günümüz doğum günümdü. Doğal olarak o akşam güzel bir yemek yiyelim istedik.
Seçimizi daha gelmeden internetten okuduklarımızdan, yorumlardan yapmıştık: Bij Koen & Marijke isimli, bu isimlerin sahibi çiftin işlettiği, küçük bir ızgara-et restoranı. E doğum günü çocuğu ben olunca kolaylıkla tahmin edilebilir bir seçim. Seçmiştik derken Bij Koen & Marijke’ye basit bir mail ile rezervasyon yaptıramıyorsunuz. Önce gelmek istediğiniz tarih için -uygunlarsa tabii- sizden 50 euro ön ödeme alıyorlar, sonra rezervasyonunuz kesinleşiyor. Fakat meraklanmayın bu 50 euroyu restorandaki hesabınızdan düşüyorlar.
Mottosu “There is a place like home” (Ev gibi bir yer var) olan restoran sıcak ve samimi bir ortam. Restoran ve mottos aklıma yıllar öncesinden bir melodiyi getiriyor: “Sometime you wanna go where everybody knows your name…” – Naçizane göndermemi anlayan dinazorlar yoruma yazabilirler.
Restoranın Bij ve Marijke dışında bir çalışanı daha vardı sanırım. Marijke mutfaktayken Bij de tek tek masaları dolaşıyor, müşterilerle ilgileniyor. Siz daha sipariş vermeden önce size kendi yaptıkları nefis salamlarından ikram ediyorlar. Ve bunu yazarken çok da iddialı olduğumu düşünmüyorum belirteyim, Arjantin’de yediklerimden sonra yediğim en iyi steak Marijke’nin mutfağından çıkmış olabilir. Kesinlikle yazarın tavsiyesidir…
Brugge çok güzel. Tamam, kabul ediyorum; çok fazla turist dolu fakat keyifli. Her köşe başında lezzetli yemekler bulabileceğiniz, ülkenin zengin brewery (bira fabrikası) kültürünü dibine kadar buz gibi hissedebileceğiniz, çikolata ve waffle ile kan şekerinizi zıplatıp; diğer yandan sokaklarında keyifle günde birkaç 10 bin adım atıp o şekeri düşürebileceğiniz, her adımda tarihi koklayabileceğiniz, zaman zaman bir evin önünden geçerken, “Ya burada yaşamak ne güzeldir. Hem bunun kesin arka tarafında kanal manzarası da vardır ve hatta Antalya’daki ortalama bir daireden de ucuzdur” diyebileceğiniz bir şehir.
Gitmediyseniz hemen bir bilet bakın derim, yazarın kesin tavsiyesidir.
Son olarak birkaç fotoğraf daha…
4-9 Nisan 2024 tarihleri arasında eşim Ayşen ile birlikte yaptığımız Brüksel, Gent ve Brugge seyahatimizin Brugge kısmından aklımda kalanlardan derlenmiştir.
Teşekkürler Çağlar,,gezmeye ve yazmaya devam lütfen.