Hiroshima Mon Amour: Hiroşima Sevgilim, İzlediniz mi?
Alain Resnais’in 1959 yapımı filmi. Görünürde Hiroşima’ya gelen bir Fransız kadının aşkı ve ardından gelen kişisel yıkımdan söz etse de aslında anlattığı bu şehrin yaşadığı trajedi, toplu acı ve ölümdür. Hiroşima hep hüznü ve ölümü çağrıştırmıştır bana.
Bence Varanasi de hüznün şehridir ve ölüm kokan bir şehirdir. Tıpkı Hiroşima gibi…
Görmeyi çok uzun süre heyecanla hatta özlemle beklediğiniz bir şehriniz oldu mu? Ben Varanasi’yi öyle bekledim işte.
İlk Hindistan’a gidişim çok da planlı değildi. Avrupa’ya gitmek isterken vize aşamasında karşılaştığım bir iki rahatsız edici tavır sonucu öfkelenip turdan vazgeçmiş, “Schengen Avrupası olmasın da neresi olursa olsun” şeklinde bir tur ararken 10 gün içinde kendimi İstanbul’dan Yeni Delhi’ye aktarmalı uçan Katar Havayolları uçağında buluvermiştim. Tabii ki Hindistan da vize istiyor, ama alması çok daha kolay bir vize, hele de Schengen’e kıyasla…
O zamanlar serde gezginlik yokmuş sanırım. Hindistan yerine Avrupa’ya gitmeye çalışmak falan, baksanıza…
Neyse.
Hindistan ile ilgili bence şöyle bir durum var; ülkeye giriş yaptığınız havalimanından dışarıya çıktığınızda en çok on dakika içerisinde ya bu ülkeye tutkuyla bağlanır ya da nefret edersiniz.
Birinci gruptansanız eğer döndükten sonra Hindistan’ı hep özlersiniz. Yeniden Hindistan’a gitme hayali aklınızın bir ucunda öyle sessizce kalır ama sık sık da depreşir.
Diğerleri ise, nefret edenler, “Ama Hindistan çok pis” ile başlayan cümleler kurarak neden bir daha alsa gitmeyeceklerini anlatır, gitmek isteyenlere de “Sakın…” der durular.
İşte ben de 2006 yılında bir Kasım günü, eski köhne halindeki Yeni Delhi Indira Gandhi Uluslararası Havalimanından dışarıya adım attığımda bu ülkeye tutulmuştum.
İlk Hindistan gezim klasik Altın Üçgen’di. Yani: haritadaki konumlarından ötürü “Golden Triangle” olarak adlandırılan popüler turist destinasyonu üç şehir; Yeni Delhi, Agra ve Jaipur. Bu 8 günlük kısa süreli gezi sona erdiğinde Hindistan’a yeniden geleceğimden o kadar emindim ki. Hatta zamanla ilk seferinde göremediğim Varanasi’ye gitmek hafiften bir takıntı haline gelmişti.
Sonunda Hindistan’a ikinci gidişimde, 2011 yılı Ekim ayının son günü “mon amour” Varanasi’ye inen Spicejet Havayollarına ait uçaktaydım…
Kashi yani “Işığın Şehri” olarak da bilinen, Hinduların Benares veya Banares dediği Varanasi, yaklaşık 3 bin yıllık tarihiyle dünyanın en eski şehirlerinden biri.
“Banaras tarihten daha yaşlıdır, gelenekten yaşlıdır hatta efsaneden bile yaşlıdır. Ve hepsini bir araya ekleyin, bunların toplamının iki katından daha yaşlı görünür” demiş Mark Twain. Dünyayı gezdiği dönemde, topu topu birkaç yüzyıllık geçmişi olan bir ülkenin vatandaşı bir yazar tabii ki Varanasi hakkında ancak böyle derdi, öyle değil mi?
Varanasi kutsal nehir Ganj’ın batı kıyısı boyunca uzanıyor. İzninizle bizlerin Ganj dediği bu nehirden yazının bundan sonrasında Varanasi’de dedikleri gibi “Ganga” diye söz etmek istiyorum…
Himalayalardan doğup Bengal Körfezine dökülen, sahip olduğu dünyanın en kalabalık havzasında 400 Milyon insana hayat veren Ganga, Varanasi’den yaklaşık 7 kilometrelik kenarı boyunca dizilmiş 90 kadar kutsal Ghat’a dokunarak akıyor.
Ghat’lar Hinduların kutsal banyolarını yaptıkları bazılarında da ölülerini yaktıkları nehre inen basamaklar. Ganga yılın her döneminde yükselip alçaldığından önlem olarak nehre inen bu basamakları inşa etmişler.
Hinduların önemli tanrılarından Shiva’nın da şehri Varanasi. Ve Hinduların en önemli hac mekanı. Hint mitolojisinde de ayrı bir yeri var: Tanrı Shiva’nın bir ışık sütunu (Jyorirlinga) şeklinde gökyüzüne yükselttiği 12 şehirden biri.
Ve Hindular için de Varanasi bir Moksha mekânı…
Hinduizm ve diğer bazı Asya dinlerinde Samsara diye bir kavram var. Sözcük anlamı “Sürekli akış” olan Samsara; doğum, yaşam, ölüm ve yeniden doğma yani reenkarnasyondan oluşan döngüyü simgeliyor. Moksha ise bu ıstıraplarla dolu döngüden çıkmak, manevi özgürlüğü elde etmek ve Samsara’dan kurtulmak demek. Çoğu zaman bizler de gerçek anlamını bilmesek de kullanırız ya “Nirvana’ya ulaşmak” diye bir terim. İşte Hindular Varanasi’ye Moksha için, yani Samsara’dan özgürleşmek, yani Nirvana’ya ulaşmak için geliyorlar. Varanasi’de öldüklerinde ve külleri kutsal Ganga’nın sularına karıştığında ıstırapları da sona erecek…
Yaşamının sonuna yaklaştığını bilen on binlerce Hindu’nun ölmek için Varanasi’ye gelme nedeni bu işte. Yine bu yüzden Varanasi’nin sokaklarında binlerce evsiz yaşlı insan var. Ölmeyi bekliyorlar.
Daha yaşayacak zamanı olanlar da geliyorlar Varanasi’ye. Çünkü Tanrıça Ganga bu nehirde vücut bulmuş ve Hindu geleneğine göre de Ganga’nın sularında yıkanmak vücudu bütün günahlarından arındıracakmış.
Yıllar süren bekleyişin ardından o Ekim günü Havalimanı binasından çıkar çıkmaz yapış yapış nemli bir havayla karşılaştığım Varanasi’de ilk durağımız, görmek için can attığım Ghat’lar değil Sarnath oluyor.
Varanasi Hindular için ne denli kutsal ise şehre 12 kilometre mesafedeki Sarnath da Budistler için o kadar kutsal…
Öyküyü bilirsiniz ;
Prens Siddartha 29 yaşında zenginliğin hiçbir mutluluk getirmediğini, hayatın geçici zevklerin ötesinde bir şey olduğu fark eder ve her şeyi geride bırakır. Ganga vadisinde hayatın anlamını bulmak için dolaşır durur. Sonra bir Bodhi (Hintinciri) ağacının altında yaptığı 6 yıl süren meditasyonun ardından nefret, hırs ve cehalet gibi dünyevi zaaflarından arınır. Ve Siddartha meditasyonunu tamamladığında artık Buda’dır.
İşte bu uyanışın ardından öğretisi Dharma’yı ilk kez Sarnath’da 5 keşişten oluşan küçük bir gruba anlatır. Bu yüzden Sarnath’daki bu geyik korusu bugün Budistler için çok önemli.
Sarnath’a adımınızı atar atmaz bu korunun Budistler için önemini anlıyorsunuz. Etrafta Hintliler kadar Tayland, Kore, Japonya, Tibet, Nepal ve Myanmar gibi Budist ülkelerden gruplar da var. Bazıları kendilerine eşlik eden din adamlarıyla birlikte ibadetlerini farklı ritueller şeklinde yerine getiriyorlar.
Sarnath sonrası gerçek Varanasi’ye giriyoruz.
İlk karşılaştığım Hindistan’a özgü o bildik manzaralar; bisiklet ve motosikletli kalabalıklar, yaya kalabalıklar, dilenenler, satıcılar ve mutlak bir sefalet ve pislikten oluşan keşmekeş.
Ve Hindistan’da nereye giderseniz gidin, her an hissettiğiniz, üzerinizdeki giysilere sinen o koku: Biraz baharat, biraz ter, biraz ucuz parfüm, biraz tütsü, biraz her türlü insan sıvısı, biraz sokaklardaki sahip oldukları imtiyazı sonuna kadar kullanan ineklerin ya da her yerde karşınıza çıkıveren maymunların veya her köşe başındaki çöp yığınlarını eşeleyen domuzların kokusu ve üzerine de bolca da havadaki nem. Ve Varanasi’de de buna eklenen ölümün kokusu…
Şehrin göbeğinde fakat dışarıdaki “gerçek” Varanasi’den yüksek duvarlarla ayrılmış lüks otelimiz HHI’a giriş yapıyoruz. Az önce sahip olduğu tüm zenginlikten vazgeçen Siddartha’nın öğretisi Dharma‘yı ilk kez anlattığı Sarnath’ı görüp arkasından da şehrin sokaklarına karışınca duvarın ne tarafı gerçek ne tarafı gerçek değil insanın kafası karışıyor cidden.
Odaya eşyalarımı öylece bırakıp soluğu sokaklarda alıyorum. Bir an önce Ganga’yı ve Ghat’ları görmeliyim!
Ghat’lar Varanasi’nin simgesi. Yukarıda bir yerlerde de yazmıştım “Ghat” kutsal Ganga’nın sularına kadar inen geniş basamaklara verilen isim. Şehirde nehir boyunca bazıları cenaze yakma alanı olarak da işlev gören yaklaşık 90 kadar Ghat var. İçlerinde en bilineni ise her akşam Ganga Aarti Töreninin düzenlendiği Dashashwamedh isimli olanı.
Otelden çıktıktan sonra bir süre tarif edilmesi imkânsız trafiğin içerisinde Rikşa (Rickshaw) ile yol alıyoruz. Ardından biraz da gittikçe daralıp kalabalıklaşan sokaklarda yaya olarak devam ediyoruz. Kalabalığın arasında yürümeye çalışırken dilenciler için açık hedef olmanın dışında sağdan soldan hepsi “Sir” ile başlayan veya biten bir sürü soru ve yorumla karşılaşıyorum:
“Nerelisiniz, Sir?”, “Güzel kamera, Sir”, “Sir, tekne turu ister misiniz?”
Hatta yanıma yaklaşan bir velet aynen şöyle diyor; “Sir, you beautiful, you like Indian, Sir”. Meali; “Güzelsiniz Sir, Hintli’ye benziyorsunuz…” Beğenilmenin gururu ile Hintli’ye benzetilmenin hayal kırıklığı arasında yürümeye devam ediyorum.
Bir süre daha kalabalığın arasında cebelleştikten sonra, gün akşama yaklaşırken kendimi Ganga’nın karşısında buluyorum. Tam da Ghat’ların en ünlüsü Dashashwamedh‘in basamaklarının başladığı noktaya çok yakınım.
Bir süre orada öylece, fotoğraf makineme davranmadan yıllardır merakla beklediğim o anın, karşımdaki görüntünün tadını çıkarıyorum. (Bu satırları yazarken aklıma gelen bir ayrıntı: O anda şehrin Ganga’nın sadece bir kıyısında kurulu olduğunu fark edip şaşırdığımı anımsıyorum. Nedense hep şehirlerin ortalarından geçen bir nehrin iki yanında yer almasına alışmışım.)
Güneşin batmasına yakın ortalık iyice kalabalıklaşıyor. Birazdan başlayacak olan Ganga Aarti Töreni için yer kapma telaşında herkes. Biraz önce benim de geldiğim kalabalık yoldan insanlar gelmeye devam ederken, bazıları da tekneleri doldurmuş, Ganga üzerinde, töreni izlemek için Ghat Dashashwamedh’in basamaklarına olabildiğince yaklaşıyorlar.
Töreni izleyebileceğim bir kafenin balkonuna yerleşiyor bir Lassi söylüyorum. Aslında töreni izlemek için en iyi yer Ganga üzerindeki tekneler, çünkü tören esnasında Punditlerin yüzleri nehre dönük olacak, ama o anda henüz bunu bilmiyorum. (Lassi ise bizim ayrana benzer yoğurtlu bir içecek, fazla tatlı, çok sevmedim açıkçası…)
Saat 7 gibi safran rengi özel giysiler giyen bir grup genç Pundit (bir çeşit Hindu rahip) Ghat’ın basamakları üzerindeki sahnede yerlerini alıyorlar.
Aarti Töreninin özü şu: Tanrı gün boyunca insanlara ışığını sunuyor. Güneş ışığı, hayat ışığı ve Tanrının lütfu olan kutsal ışık. Aarti ise insanın Tanrı’ya teşekkür edip karşılığında sevgisinin ve bağlılığının ışığını sunduğu bir tören.
Aarti’nin bir anlamı da etrafı çiçeklerle bezenmiş süslü yağ kandili zaten.
Tanrıya duyulan sevgi ve bağlılık, müzikli bir ritüel gibi, saygıyla söylenen şarkılar ve şamdan ve kandillerle yapılan hareketlerle sunuluyor. Hint ezgileri, çan sesleri, yağ kandilleri, şamdanlar, tütsü dumanı ve kokusu eşliğinde Punditlerin gerçekleştirdiği bu bir tür meditasyon yılın her günü aralıksız olarak yüzyıllardır gerçekleştiriliyormuş.
Törenin büyülü bir havası var kabul ediyorum ama yine de kaçınılmaz bir şekilde turistik bir hal almış bunu da buraya bir kişisel not olarak düşeyim.
Ertesi sabah güneş doğmadan çok önce kalkıp, tekne turu için yollara düşüyoruz.
Yolun bir bölümünü araçla gittikten sonra karanlık ve dar sokaklarda yaya olarak hızlı adımlarla Ganga’ya doğru ilerliyoruz. İşte o sokaklarda, belki de sadece Hindistan’a özgü gerçek fakirlik ve sefaletle karşılaşıyorsunuz. Yolun iki yanında neredeyse her köşede, her kuytuda -varsa- battaniyesine sarınmış, uyuyan bir evsiz var. Sokağın iki yanındaki evlerin tamamıysa tek oda ve kapı yerine sadece bir perde asılmış. Ganga’ya yaklaştıkça sokaktaki kalabalık artıyor. Turistler ve arınmak için Ganga’ya gidenler dolduruyor dar sokağı.
Yavaştan evsizler de günlük yaşamlarına uyanıyorlar. Tek odalı evlerin sakinleri kapı görevi gören perdelerin arkasından çıkmaya başlıyorlar. Kimi az önce yattığı kaldırımın hemen dibine çömelip dişlerini fırçalarken, bir diğeri “doğal” ihtiyaçlarını yakındaki bir köşede kimseye aldırmaksızın gideriyor… Hindistana özgü o kokunun içerisinde idrar kokusu öne çıkarken Ghat’lara ve Ganga’ya ulaşıyoruz.
Ghatlardan birinden teknemize geçip yerleşiyoruz. Motorsuz büyükçe bir kayık olan teknemizin kontrolü henüz 20’li yaşlarda bile olmayan kaptanımızda. Daha güneş doğmamış olsa da Ganga ve Ghatlar insan dolu.
Yavaş yavaş ortalığın aydınlanmasıyla Ghatlar iyice görünür hale geliyor. Uzun zamandır fotoğraflarından aşina olduğum o klasik Varanasi manzarası tüm ihtişamıyla karşımda.
Varanasi’deki bazı Ghatlar krematoryum yani ölü yakma alanı olarak kullanılıyor. En bilinenlerinden bir tanesi tekneyle iyice yaklaştığımız Manicarnica Ghat.
Ghat’larda ölü yakma törenleri binlerce yıldır uygulanan bir gelenek. Varanasi Ghat’larında yılda yaklaşık 100 Bin cenaze yakılıyormuş.
Hinduizm’de cenaze özel bir ritüel ile yakılıyor; işlemden önce vücut yağlanıyor. Erkekler yüzleri yukarı bakar şekilde yakılırken, kadınların yüzleri aşağıya bakıyor. Cenaze ateşi için genellikle sandal ağacı kullanılıyor ve yaklaşık 400 kilogram kadar oduna ihtiyaç var. Yakma işlemi esnasında cenazenin yakıldığı alanı arındırmak ve hayaletleri uzaklaştırmak için mantralar söyleniyor ve bir sunak üzerinde Ateş Tanrısı Agni’ye sunulan adaklar var.
Odunların üzerine cenazeyle birlikte kişisel eşyaları da konuluyor, çünkü ölümün bulaşıcı olduğuna ve bu kişisel eşyalarla başkalarına bulaşacağına inanılıyor. Kadınların bu ritüele katılmalarına izin verilmiyor. Çünkü yüksek sesle ağlayan kadınların, ruhun Nirvana’ya yükselmesine engel olacağına inanılıyormış. Bazen de ölen erkeğin dul eşi odunların üzerine çıkıp ateş yakılana kadar orada kalıyormuş. Ölen erkeğin geride kalan karısının da onunla birlikte yakılması geleneği Suttee’nin günümüzdeki uygulanışı olarak. Ve evet eskiden böyle bir gelenek vardı…
Ölü yakma ritüelinin bir parçası olarak saçlarını kazıtmış ve beyazlar giymiş en yaşlı veya en genç erkek evlat odunları ateşe veriyor. İşlem sonra erdiğinde yakılan kişiden geride kalanları toplayan ve Ganga’nın sularına bırakansa Dokunulmazlar.
Dalit’ler veya Dokunulmazlar Hindistan’daki Kast sisteminin bile dışında, en altında kalanlara verilen isim. Dokunulmazlar denmesinin nedeni de bu kişilerin, Hinduların iğrendiği ve aşağılayıcı bulduğu, tuvaletlerin temizlenmesi, cenaze artıklarıyla ilgilenilmesi, hayvanların bakımı gibi işleri yapıyor olmaları. Bu nedenle “dokunulmayacak” kadar pis olarak görülüyorlar ve sıradan bir insan gibi bile karşılanmıyorlar. Bugün Hindistan’da 200 Milyon kadar Dalit yani Dokunulmaz varmış…
(Hemen burada Kast Sistemi ve Dokunulmazlar’ı daha iyi anlayabileceğiniz harika bir film önereyim, üstelik de Varanasi’de geçiyor: Masaan: 2015 yılı yapımı bir Hint filmi.)
Diğer bir taraftan bu ölü yakma ritüeli için gerekli yaklaşık 400 kilogramlık sandal ağacı odunu oldukça pahalıymış. Dolayısıyla az önce anlattığım bu ritüelle yakılanlar hali vakti yerinde olanlar. Daha fakir olanların cenazeleri ise başka Ghatlar’daki Hindu geleneklerine pek de uygun olmayan elektrikli fırınlarda yakılıyor. Ya da yakınları tarafından cesetleri öylece Ganga’ya bırakılıyor.
Din Adamları, hamileyken ölmüş kadınlar ve 5 yaşından küçük çocukların da “günahsız” kabul edilip yakılma sürecinden muaf tutuldukları ve cenazelerinin Ganga’nın sularına öylece bırakıldığı düşünülürse nehrin yüzeyinde veya kıyıya vurmuş bir ceset veya artıklarını görmek Varanasi’de çok doğal…
Bir de belirtmem gereken önemli bir not; cenaze yakma ritüelinin fotoğrafını çekmeniz kesinlikle yasak. Hindular, fotoğraf çekilmesinin, yanan kişinin ruhunun serbest kalmasına engel olacağına inandıklarından, bu işi gizlice ya da devasa tele objektiflerle uzaklardan bile olsa yapmamak en doğrusu. Lütfen yapmayın…
Artık gün iyice aydınlandı. Ghat’larda Hindular Ganga’nın sularında günahlarından arınmak için yıkanıyorlar. Kimileri ise günlük rutinlerinin bir parçası olarak sadece yıkanıyorlar. Ganga ayrıca evsizler için de bir banyo.
Kimileri “arınma” ayinini bitirmiş basamaklar üzerinde meditasyon yapıyor. Kimileri ise gündelik yaşamlarına dönmüş bile; ya teknesiyle turist teknelerine yanaşıp bir şeyler satma derdinde ya da Ganga’nın sularında çamaşır yıkıyor.
Hindular ne olursa olsun kutsal Ganga’nın kirlenmeyeceğine inandıklarından bu konuda çok uzun süre herhangi bir önlem alınmamış. Yıllarca kanalizasyonve fabrika atıklarıyla nehrin suları kirletilmiş. Ayrıca doğrudan Ganga’ya atılan cesetler ve yakılmış ceset artıkları da düşünülürse Ganga günümüzde dünyanın en kirli nehirlerinden biri. Buna rağmen her sabah binlerce insan bu kirli sularda yıkanıyor hatta nehrin suyundan içiyorlar. Şehir halkı kutsal kabul ettikleri bu kirli suları gündelik işlerinde de kullanıyorlar, çamaşırlarını bu sularda yıkıyorlar hatta yemek yaparken bu suyu kullanıyorlar.
Cehalet mi yoksa İnanç mı bir şey söylemek zor. İnsan tüm bunları gördükten sonra şimdiye kadar tüm Hindu ırkı, çoktan kolera veya benzeri bir salgın hastalıktan ölmüş olmalıydı diye düşünüyor ister istemez. Fakat binlercesi karşımda ve yine Ganga’nın sularında “arınıyorlar”…
Ya gerçekten inandıkları gibi Kutsal Ganga asla kirletilemez ya da nehir sularındaki mikroplara karşı bir şekilde bağışıklık geliştirmişler. Ya da hadi profesyonel bir tahmin: Kim bilir belki de Ganga sularında mikropların çoğalmasına izin vermeyen bir madde vardır.
O iki gün boyunca Varanasi’de gördüklerim, şahit olduklarım insanı fazlasıyla şaşırtacak şeylerdi.
Alıştığımız, bildiğimiz, güvende hissettiğimiz, etrafımızı saran o küçük dünyevi evrenlerimizden farklı, tümüyle ruhani bir dünya için yaşayan, özgür olabilmek için ölümü bekleyen koskoca bir şehir…
Varanasi’deki hayatı uzaktan izlemek, itiraf etmesi zor olsa da insana ne kadar şanslı olduğunu düşündürüyor. İster istemez baktığınızda ilk gördüğünüz fakirlik, sefalet ve pislik. Yaşayanların Samsara döngüsünden kurtulup, özgür olma çabalarına biraz da yukarıdan bakarak “İnanmak dışında yapabilecek neleri var ki?” bile diyorsunuz hatta.
Tabii ki bu fakirliğe içten içe isyan da ediyorsunuz. Orada aklınıza gelip, daha sonra ancak dost sohbetlerinde konu açılırsa hatırlayıp bir iki “havalı” laf edeceğiniz türden bir isyan. Ne bileyim “Savunmaya harcanan toplam parayla şu dünyada ne açlık kalırdı ne de sefalet” gibi kimsenin inanmadığı bir klişe veya Marx’dan yapılan “Din kitlelerin afyonudur” gibi bir alıntı mesela.
Ama en çok her sabah arınmak için Ganga’nın” o pis sularına girebilenlerin inancına saygı duymayı öğreniyorsunuz. En azından ben öğrendim…
Bir gün Varanasi’ye mutlaka yeniden gideceğim.
Not: Biraz uzun oldu ama bütün bunlar daha kısa anlatılabilir miydi?
Süper anlatım ?
Bir kez daha gitmiş gibi oldum. Kalemine sağlık
Çok teşekkürler Derya
Varanasi uçağını beklerken okumak güzel oldu. Emeğine gözüne sağlık harika bir anlatım. Güzel fotoğraflar. Belki Hintliye benzetilmenin hayal kırıklığı olduğunu yazman incitici olabilir bir hintli için. Bir de bu guru kılıklı adamların gerçek guru olmadığını turistik dilenciler olduğunu düşünüyorum. Gerçek gurular ne fotoğraf çektiriyor ne de para istiyor. Udaipur dan sevgilerle….
Merhaba Umut, çok teşekkürler. Ne kadar güzel geziyorsun, takip ediyorum. Malum benzetme işin biraz da şakası tabii ki ama ne de olsa blog Türkçe değil mi? Varanasi’ye selamlar, beklesin beni…