Rivayet odur ki Unesco’nun yaptığı araştırmalara göre yeryüzünde en çok ziyaret edilmek istenen ülke Küba’ymış.
Küba’yla ilgili de bana bile ilginç gelen şöyle bir durum vardır:
Hasbelkader birkaç ülke görmüş biri olarak söyleyebilirim ki beni o ülkelere çeken belli mekanlar olmuştur hep. Sözgelimi Peru’ya Machu Picchu’yu görme hayalleriyle gitmiştim. Kamboçya’ya giderken aklımda Angkor Wat vardı. Patagonya’ya giderken ise hayalim Perito Moreno Buzulunun tam karşısında ayakta durup öylece seyretmekti. Fakat konu Küba olunca, aklıma öyle özel bir mekan gelmiyor. Yazarken bir kez daha düşündüm, yok yine gelmedi. Çünkü bu adada sizi, ya da en azından beni çeken öyle çok özel bir mekan yok. Çeken Küba’nın kendisi…
Küba’nın kendisini de en iyi gözlemleyebileceğiniz yer de sanırım Eski Havana’nın yani Habana Vieja’nın sokakları.
2015 yılının o 1 mayıs günü Atatürk Büstünü ziyaret ettikten sonra, günün kalan yarısında bir süre daha Havana sokaklarında dolaşıyor ardından da Devrim Müzesi, Museo de la Revolucion‘a gidiyoruz.
Bir zamanlar Başkanlık sarayı olan bu binayı en son kullanan Başkan Fulgencio Batista olmuş; yani devrim öncesinin kötü adamı. Müzede sergilenmekte olan altın telefonunu görünce fark edeceğiniz üzere Batista, kötü olduğu kadar da zevksizmiş. Altın telefon dışında Batista’nın gizli tüneli de ilginizi çekebilir. Bugün artık gizli olmayan bu tünel sayesinde Batista, 1957 yılında sarayı basıp darbe yapmak isteyen üniversite öğrencilerinden kaçabilmiş.
Genel olarak Müze daha çok Küba Devrimine ve devrim sonrasına adanmış. Heykeller, tablolar, Camilo ve Che’nin tüfek ve kasketleri hatta Che’nin kullandığı telsiz gibi değişik bir sürü şey sergileniyor. Restorasyonu devam eden büyük balo salonunun tavan resimlerini ben çok sevdim, bir de Grandma’nın resmedildiği modern tabloyu.
Grandma’nın kendisi de burada zaten. Binanın hemen arkasındaki Grandma Memorial adlı bölümde camla kaplı bir yapının içinde sergileniyor. Burada bir de spoiler vereyim; “pek de küçükmüş” diyorsunuz.
Önceki bölümlerde söz etmiştim Grandma; Küba Devrimini başlatmak üzere Meksika’dan gelen, aralarında Che, Fidel, Raul ve Cienfuegos’un da olduğu 80 kadar devrimciyi Küba’ya ulaştıran meşhur tekne..)
Bir de müzenin bir köşesindeki duvarda oldukça ilgi çekici bir resim var. Daha doğrusu karikatür. Karikatürde yan yana 4 karakter yer alıyor; Batista, eski ABD Başkanları; Ronald Reagan, Baba ve Oğul Bush’lar. Resmin üzerinde başlık olarak yazan ise; Rincon de Los Cretinos. Yani; Ahmaklar Köşesi... Kovboy kıyafeti içinde resmedilmiş Reagan’ın yanında şöyle bir yazı var: “Teşekkürler Ahmak; Devrimi daha güçlü yaptığın için”. Bu teşekkür kısmından diğer karakterler de nasiplerini almışlar tabii ki.
Küba artık Amerikalı turistler için yasak ülke olmadığına ve Küba’yı ziyaret edecek olan Amerikalı sayısı da giderek artacağına göre bu resmin akıbeti yakın gelecekte ne olacak açıkçası merak ettim. Kim bilir belki Amerikalı ziyaretçilerden birkaçı bu resmin karşısında biraz olsun üzüntü veya suçluluk duyarlar. Ya da yakın gelecekte Amerikalı turistler için önemli bir destinasyon haline gelecek olan Küba’nın yöneticileri, değerli müşterilerini üzmek istemeyip sessiz bir şekilde Ahmaklar Köşesi’nden kurtulacaktır.
Göreceğiz.
Müze sonrası yine eski Havana sokaklarına dağılıyoruz.
Havana, sokaklarda öylesine dolaşmanın cidden çok keyifli olduğu şehirlerden. Arka sokaklara girip çıkıyoruz, bir sürü fotoğraf daha çekiyorum. Bir ara Plaza de San Francisco’nun bir köşesinde kaldırıma oturup soluklanıyoruz. Az ileride biraz beceriksiz bir satıcı dondurma satıyor ve yeşil renkli olanlar da hiç fena görünmüyorlar; Şimdi ismini anımsayamadığım tropikal meyveli bir dondurma.
Küçük bir arabası olan satıcı hindistan cevizi kabukları içinde önceden hazırlanmış, toplasan dört veya beş farklı tipi olan dondurmalardan satıyor. Fiyatları da neyli olduğuna göre 2 veya 3 CUC. Fakat satıcı o kadar çok konuşuyor ve parayı alıp, elini buzluğa sokup istenilen dondurmayı çıkarıp, para üzeriyle birlikte müşterisine uzatmaktan ibaret olan işini o kadar geç yapıyor ki… Arabasının önünde bir sürü insan toplanmış. Ve günlerden de 1 Mayıs, yani biz Türklerin Küba’da olmayı en çok istediği tarih olduğundan, tezgahın etrafındakilerin çoğu Türk.
Bunun doğal sonucu olarak da sıra falan yok, sadece elindeki parayı satıcının gözüne sokup bağırarak konuşan bir güruh var. Daha da kötüsü hem satıcı hem de müşterilerin pek çoğunun da İngilizce düzeyleri çat pat’ın bir seviye altı. Dondurmadan vazgeçmek, arkamı dönüp gitmek istiyorum ama hava sıcak ve dondurmalar da çok güzel görünüyor. O karmaşa da adama “one” ve “two” bir ihtimal “three” sözcükleri dışında Türkçe hitap eden bir Abla dayanamıyor, buzluğu açıp elini içeri sokuveriyor ve seçmeye başlıyor. Hatta bazılarını çıkarıp arkadaki bir başka Abla’ya gösteriyor, yeniden geri koyuyor falan. Satıcı şaşkınlık içerisinde İspanyolca ve İngilizce karışık “Hey ne yapıyorsun, elini oraya sokamazsın” gibi bir şeyler söylese de dinleyen kim? Türküz biz…
Olanları biraz sinirle ama çokça da gülümseyerek izliyorum. Sonunda sıra bana geliyor. Maalesef “Ben Türk değilim ki” numarası yapma şansım yok çünkü üzerimde 1 Mayıs için yaptırdığımız Ay Yıldızlı tişörtüm var. “Ya aslında biz Türkiye’de çok farklıyız, her yerde sıraya gireriz, hiç böyle şeyler yapmayız” diye yalan söyleyecek kadar İspanyolca da bilmiyorum” Dondurmamı alıp, sessizce gidiyorum.
Maalesef yeşil tropikal meyveli dondurma o kadar da güzel çıkmıyor.
Ardından Eski Havana sokaklarında bayağı bir dolaştıktan sonra Avenida del Puerto üzerindeki, bir zamanlar odun ve tütün deposu olan hangar görünümlü birahanede (Bira Fabrikasında) liman manzarasına karşı bira içip soluklanıyoruz.
Küba’dan söz eden hemen sitede karşıma çıkan bir cümle var: “Küba’da en yenisi 1959 Model olmak üzere 60 Bin kadar Amerikan Otomobili var”. İşte günün sonunda o 60 Bin otomobilden üzeri açık olan 10 kadarıyla harika bir Havana turu yapıyoruz. Havanalıların “Yine hayatında klasik Amerikan otomobili görmemiş görgüsüz turistler şehir turu yapıyorlar” bakışları altında önce yeniden Devrim Meydanına oradan da otele varıyoruz. Olsun varsın demiş olsunlar, çok eğlenceliydi…
Akşam hızlıca bir şeyler yedikten sonra tabii ki Havana gecelerine akıyoruz ama, 1 Mayıs törenleri için sabahın 4’ünde kalkmış, üzerine de tüm gün sokaklarda dolaşmışız. Bir anda yorgunluk çöküveriyor. Önceki bölümde sözünü ettiğim Hemingway’in “bloğun ortasındaki küçük barı” Bodeguita del Medio’da, daha doğrusu mekan çok kalabalık olduğundan, barın önündeki sokakta birer Mohito içiyoruz. Her yerde 3 CUC iken burada 5 CUC olan Mohito fiyat farkı ölçüsünde sert. Biraz daha dolanıp bir de yine Hemingway’ın Floridita’sına şöyle bir baktıktan sonra otele doğru yola çıkıyoruz.
Havana’nın Kordon Boyu Malecon, Kordon’un eski halinden söz ediyorum tabii ki, gece cıvıl cıvıl. Resmi ismi Avenida de Maceo olup da herkesin Malecon dediği bu 8 kilometrelik geniş caddede, bu kez 1990’larda yapılmış bir Hyundai taksinin içinde ilerlerken dışarıyı izliyorum. Dalgalar yer yer Malecon‘u döverken, Havanalı kızlı erkekli gençler de kaynaşıyorlar.
Yazının buradan sonrası için bir ekleme: Bu satırlar yazıldıktan bir süre sonra 2015 yılının Ağustos ayında, tam 54 yıldan sonra Havana’da ABD Büyükelçiliğini açtı. Dolayısıyla bundan sonrasında anlattıklarım biraz absürt gelebilir ama bir zamanlar durum böyleydi…
Sonra belki de olabilecek en naif protesto yöntemi, Amerikan Büyükelçiliğinin hemen yanındaki Küba bayraklarını izliyorum.
Önce hemen “Havana’da Amerikan Büyükelçiliği ne alaka?” sorusuna yanıt vereyim. Havana’daki İsviçre Büyükelçiliği 1970’lerin sonundan bu yana ABD Büyükelçiliğine de ev sahipliği yapıyor. Bir nevi elçilik içinde elçilik. Hemen yanlarında da bir meydan var; Plaza de Dignidad; yani Haysiyet meydanı…
Bir dönem Amerikalılar, büyükelçiliğinin beşinci katına elektronik bir pano yerleştirip, burada insan hakları, özgürlük vs. hakkında özlü sözler paylaşmaya başlamışlar. Bir gün de kalkıp Martin Luther King’den bir alıntı yapmışlar. Şu meşhur “I have a dream… Benim bir hayalim var. Bir gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak…” diye başlayan sözlerini.
Tabii ki, King’in bu sözlerini Kübalılara karşı kullanmak biraz abes olmuş. Ne de olsa ABD’deki hayatı adeta bir kabus gibi geçen, 1968 yılında da bir suikasta kurban giden Afrikalı-Amerikalı ırkçılık karşıtı hareket lideri Martin Luther King, bu sözlerini Amerika’ya karşı söylemiş. Bir nevi “Ey Amerika, bize laf söyleyeceğine sen kendine bak” olayı…
Kübalılar da bu elektronik panoyu kapatmak için bayraklardan bir duvar örmüşler. Her biri 20 metre yüksekliğinde birer göndere çekilmiş, üzerlerinde tek bir beyaz yıldız olan 138 adet siyah bayrakla. Bu beyaz yıldızlı siyah bayraklar 1976 yılında CIA tarafından düşürüldüğüne inanılan Küba yolcu uçağındaki kurbanları simgeliyormuş. Bu bayraklardan oluşan anıtın ismi de Jose Marti Antiemperyalist Platformu; Tribuna Antiimperialista José Martí.
Bugün gönderde ABD Büyük Elçiliğinin güneşini kapatan Küba bayrakları var. Zaman zaman da, ABD’ye kızdıklarında, siyah bayrakların göndere çekildiği oluyormuş.
Olabilecek en naif protesto yöntemi demiştim değil mi?
Artık Küba ABD ilişkileri düzeldiğine göre bu bayraklar da hoş bir anı olarak kalacaklar sanırım.
O uzun gün boyunca toplam 2150 gram ağırlığındaki kamera ve 2 objektifi taşıdığımdan, akşam tatil yapıp, makinesiz çıktım. (ve hayır aynasız’lara geçmeyi düşünmüyorum…) Dolayısıyla Malecon’un ancak sonradan, uzaklardan çektiğim bir fotoğrafını paylaşıyorum, bağışlayın.
Bir de Jose Marti Antiemperyalist Platformunun netten bulduğum bir fotoğrafını paylaşıyorum. Bayraklar gönderdeyken makinem yanımda değildi, makinem yanımdayken ise bayraklar gönderde değildi.
Yine fotoğraflarla bitiriyorum…