Geçen yıl bu zamanlar, 20 Şubat – 2 Mart 2019 tarihlerinde İran’a yaptığımız seyahatin hikayesini yazmaya döner dönmez başlayıp sonra da yarım bırakmıştım. Kaybolan içinde fotoğrafların bulunduğu hard disk, işler güçler ve en çok da tembellik nedeniyle… Hard disk bulundu, artık mazeret yok. Kaldığım yerden devam. Önceki bölümlere ana sayfadan ulaşabilirsiniz…
İlber Hoca’nın “her zaman hoş görünümlü, romantik bir şehirdir” deyip de görmeden ölmemek gereken şehirler listesine eklediği İsfahan’da, otelin birinin kral dairesinde Siosepol manzarasına karşı uyanmak paha biçilemez mi bilmiyorum ama pek bir keyifliydi.
(Meraklısına not: Aslında köprünün ismi “Si-o-se-pol” diye yazılıyor, ama her seferinde bu şekilde yazmak bana zor geldiğinden, izninizle direk “Siosepol” diye yazacağım.)
Bu “kral dairesi” muhabbeti aman sizi yanıltmasın, mütevazi bir otelde geceliği 4 kişi için 50 dolar bile olmayan ama adı kral dairesi olan bir odadan söz ediyorum. Hikayenin ayrıntıları için bakınız bir önceki bölüm Abyaneh ve İsfahan…
İran gezimizin dördüncü sabahında doğal olarak güne hemen yolun karşısındaki Siosepol köprüsü ile başlıyoruz.
Siosepol, İsfahan’ın içinden geçen Zayende (veya Zayenderud) Nehri üzerindeki 5’i tarihi 11 köprüden bir tanesi… Ve en uzun olanı; neredeyse 300 metre.
Köprünün diğer ismi de Allahverdi Han Köprüsü. Modern İran tarihinin başlangıcı kabul edilebileceğimiz Safevi Hanedanlığı döneminde, 1599-1602 yıllarında Şah Abbas’ın hükümranlığında yapılmış. Ki yapılma nedeni de Safevi Devleti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 1602’yi kutlamak…
Allahverdi Han Undiladze ise dönemin önde gelen asker ve devlet adamı. Köprünün inşası onun kontrolünde gerçekleştiğinden köprü onun adıyla anılmış.
“Si-o-se” Farsça’da 33 anlamına geliyor ki bu güzelim köprünün ilk katında 33 tane kemer var. İkinci katı ise korunaklı bir yaya yolu.
Köprü özellikle yaz akşamları pek şenlikli oluyormuş. Birincisi şehrin merkezinde, dükkanların ve restoran-kafelerin geç saatlere kadar açık olduğu canlı Chahar Bagh Bulvarının hemen karşısında. Bir de köprünün kendisi İsfahanlılar için bir eğlence merkezi.
Her ne kadar dönüşte sohbet etme fırsatı bulduğum İsfahanlı bir hastam zamanında bir kültür merkezi olan Siosepol’un şimdilerde bir serseri yuvasına dönüşmesinden şikayet etse de… Ayrıca barajda tutulan suyun “bazılarının” tarım arazilerine veya fabrikalarına gittiğini de söyledi ama politik konulara girmeyelim…
Önceki bölümde de söz etmiştim biz oradayken maalesef mevsim kış ve geceler soğuk olduğundan hava karardıktan sonra köprüde kimsecikler yoktu.
Bir de Zayende Nehri, eski adı Şah Abbas yeni adıysa Zayende olan barajda suların tutulması nedeniyle kurumuştu. Meşhur köprü siluetinin nehrin sularına yansıdığı fotoğraflardan çekemedik tabii ki. Ama aşağıya sevgili Kemal Kaya’nın Yolda Olmak sitesinden arakladığım fotoğrafı koyuyorum. Durun atlamayın, tabii ki izin aldım.
Sonraki durağımız Vank Apostolik Katedrali veya Kilisesi. (Apostolik dünya Ermenilerinin büyük çoğunluğunun üye olduğu bir mezhep demekmiş, ben bilmiyordum.)
Farsça ismiyle Kelisa-ye Vank, Zayende Nehrinin güney kıyısındaki Ermeni Mahallesi olarak bilinen Yeni Culfa semtinde yer alıyor.
Ermeniler Yeni Culfa’ya Şah Abbas zamanında ticaret, girişimcilik ve sanat alanındaki becerileriden yararlanmak isteyen şahın emriyle Doğu Azerbaycan’daki Culfa şehrinden getirilmişler. Bugün yaklaşık 100 bin kadar Ermeni nüfusa sahip İran’da, Yeni Culfa, Tahran’dan sonra en fazla Ermeni’nin yaşadığı bölge.
Çok fazla kafa yormasam da dinler arası ilişkiler bana hep tuhaf gelmiştir. Sözgelimi bugün İran topraklarında ibadet edilen yaklaşık 200 kadar Ermeni kilisesi varmış. Fakat Şah döneminde Tahran’da bir Sünni cami yapılabilmesi için gerekli koşul, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da Şiilere ait caminin açılmasına izin verilmesiymiş. Devrim sonrası, bugün İran’da Sünni camiler olsa da basit bir Google aramasında karşınıza çıkacakları okumanızı öneririm. Farklı dinlere karşı bu denli hoşgörü gösterebilirken, kendi dininin farklı mezhebine bu denli tahammülsüzlük… Tuhaf cidden.
Neyse bu konuya daha fazla girmeyeyim…
Vank Kilisesi veya kompleksi, içinde bir müze, kütüphane ve kubbesi ve duvarlarında harika fresklerin olduğu Kutsal Kurtarıcı Katedralinden oluşuyor (Holy Savior Cathedral). Fresklerde dünya, cennet ve cehennem tasvirleri, yaradılış, cennetten kovulma gibi bildik öykülerin yanında Osmanlılar tarafından Ermeniler’e uygulanan işkenceler de resmedilmiş.
Bu konu bu kadarla da kalmıyor tabii ki.
Bilirsiniz Ermeni ve müze sözcükleri bir araya gelince kaçınılmaz bir şekilde Ermeni Soykırımı karşınıza çıkar. Müzede bir köşede üzerinde ışıklar yanan bir Anadolu Haritası var. Her bir ışık bir şehir ve altında da o şehirde ölen (öldürülen) Ermeni sayısı yazıyor.
Bu Ermeni Soykırımı konusu, nüfus cüzdanı eski olanların anımsayacağı Midnight Express filmiyle birlikte biz Türklerin karşısına nereye gidersek gidelim çıkabilecek en can sıkıcı durumlardandır. Tabii ki konu artık eskisi kadar popüler değil ama çok değil 10-15 yıl önce bayağı bir rahatsız ediciydi.
Sözgelimi heavy metal dinleyenler System of a Down grubunun Holy Mountains şarkısını hatırlayacaklardır. Tıpkı sinema ile birazcık haşır neşir olanların Atom Egoyan’ın 2002 yapımı Ararat filmini hatırlayacakları gibi. Keza Elif Şafak’ın aynı yıllardaki Baba ve Piç romanı da bu konuya dokunduğu için bayağı bir tepki almıştı… Bunların hepsinin ana teması Ermeni Soykırımı’dır.
Neyse ki Midnight Express çoktan unutuldu ama Ermeni Soykırımı konusu sürecektir.
Haritayı gördükten sonra kaçınılmaz bir şekilde, çıkışta katedral yakınlarındaki bir kafede Serdar, Nusret ve ben, hafiften hararetli bir şekilde meseleyi masaya yatırıyoruz. Ali ise konuya çok hakim olmadığından kahvesini içip bizleri izliyor.
Fakat gezgin olarak benim önerim, bu konuya bakışınız her neyse, ister tamamen karşı olup inkar edin, ister soykırım iddiasını kabullenin, isterseniz de ılımlı davranıp soykırım yerine “tehcir” yani “zorla göç ettirme” sözcüğünü tercih edenlerden olun, seyahat ederken bu konuya karşı bir bağışıklık geliştirmeniz. Sonuçta Ermeni Soykırımı, gerçek ya da değil, Ermeni diasporasının ve bu diasporaya göz kırpan ülkelerin nemalandığı bir mesele. Türkiye’ye karşı gerektiğinde her zaman kullanılabilecek bir pazarlık konusu. Popülaritesi zaman zaman azalsa da mutlaka sürecek ve bir yerlerde karşınıza çıkacaktır. Vank’da müzedeki o harita ve üzerindeki rakamlara bakarken, çok da fazla takılmaya gerek yok bence. Bir birey olarak yapabileceğiniz pek bir şey yok çünkü. Ama ne bileyim eğer tüm dünyada dinlenecek bir şarkı yapabiliyorsanız durmayın…
Ve fotoğraflar:
Vank sonrası durağımız, bence İsfahan’ın en zayıf halkası Sofeh Dağı ve eteklerindeki aynı isimli park.
Henüz öğle saatleri bile değil, kış aylarındayız o yüzden parkta bir iki çift dışında kimsecikler yok. Oysa yaz akşamları burası çok popüler çok şenlikli olurmuş.
Sofeh, fotoğraflarından da bir ihtimal tahmin edeceğiniz üzere, koltuk veya sedir anlamına geliyor ve İsfahan’ın güneyinde, şehir merkezine en yakın dağ. Baktım; 2257 m. yüksekliğindeymiş. Bana ilk bakışta Cape Town’un meşhur Masa Dağını anımsatsa da buralarda yaşayanların aklına masa değil sedir gelmiş.
Park kısmından pek kayda değer bir İsfahan manzarası yok. Asıl manzara üşenip de çıkmadığımız dağın üzerindeymiş. Üşenmek derken, bırakın patikaları izleyerek tırmanmayı, “sedir” in üzerine çıkan teleferiğe binip yukarı çıkmaya bile üşendik… Tabii ki bunun benim küçük kabinli bir teleferiğe binmek fikrini duyduğumda dehşete kapılmamla hiçbir ilgisi yok.
Ve evet burada Sofeh Dağına çıkabileceğiniz bir teleferik var.
Sonraki durağımız Kaju (Khaju) Köprüsü. Sabah gezdiğimiz Siosepol’ün aksine I. Abbas değil de sonraki hükümdar II. Abbas döneminde 1650’li yıllarda yapılmış çok güzel bir köprü. Zayende üzerindeki 11 köprüden bir diğeri.
Bir rivayete göre Şah II. Abbas köprüsünü o kadar severmiş ki; arada günbatımında köprüdeki odacıklardan içinde taştan bir taht olanına gelir, Zayende üstünde batan güneşi izlermiş.
Köprü 2 katlı, üst kat -zamanında- at arabaları için alt kat ise yayalar içinmiş. Ayrıca üst katta bir sürü nehir manzaralı odacık, alt katta da 30 kadar dehliz var. Zayende’nin kuzey yakasındaki Kaju Çarşısı ile karşı taraftaki eski Zerdüşt mahallelerinin arasında gidip gelen yaya ve bisikletliler dışında günümüzde köprü araç trafiğine kapalı.
Akşamların soğuk olmadığı aylarda Kaju, hava karardıktan sonra bir sosyalleşme mekânına dönüşüyormuş. Üst katta gruplar halinde köprünün iç bölümüne bakan taşlara dizilip muhabbet eden gençler, kara kalem portre çizen ressamlar olurmuş. Nehir yatağı manzaralı, kemerli odacıklarda da çaylar içilir hatta piknik yapılırmış.
Alt kattaki dehlizlerde ise yaz akşamları aşık delikanlılar tek başlarına hüzünlü şarkılar söyler sesleri yankılanırmış.
Biz aşık delikanlı değil ama şarkı söyleyen yaşlıca bir amcaya denk geldik. Bence pek de güzel olmayan sesiyle bir Fars şarkısı söyledi bize. Belki de o da aşıktı, kim bilir?
Köprü gündüz anlatıldığı kadar şenlikli olmasa da çok güzel. Kaju Köprüsü gibi bir ruha sahip yapıları seviyorum, yukarıda anlattıklarımı kendi gözlerimle görememiş olmak ise kötü. Bu beni gezginlikten düşürür mü bilmiyorum ama bazen ne yaparsanız yapın bir seyahate her şeyi sığdıramıyorsunuz.
Neyse son söz: Ben Kaju’yu Siosepol’den daha çok sevdim.
Ve Kaju fotoğrafları:
Günün ikinci yarısında sanırım İsfahan’da kaç gün geçirirsek geçirelim her seferinde olacağı gibi kendimizi yeniden Nakş-ı Cihan Meydanında buluyoruz.
Asıl hedefimiz bir önceki gün karanlığa kalıp da istediğimiz gibi gezip fotoğraf çekemediğimiz İmam Camii.
Ama önce dibine kadar turistik, 400 yıllık bir hamamın restore edilip de restorana dönüştürüldüğü Malek Soltan Jarchi Bashi’nin harika atmosferinde leziz İran kebaplarıyla karnımızı doyuruyoruz. Ve tabii ki yanında da benim İran’da sade gazoz niyetine çok sevdiğim alkolsüz bira.
Yemek sonrası önce İmam Camii…
Önce isim karmaşasından söz edelim. Cami ilk açıldığında ismi, doğal olarak Şah Abbas tarafından yaptırıldığından Şah Camii. Mescid-i Şah yanı Şah Meclisi olarak da anılmış. Yazılarımın 3. bölümünde Tahran’daki Azadi Anıtından söz ederken “tabii ki 1979’daki İran Devriminden sonra bu güzelim anıt, içerisinde “Şah” sözcüğü geçen bir isimle anılamazdı ve ismi Özgürlük Anıtı olarak değiştiriliyor” diye bir cümle kullanmıştım. Aynı şey burası için de geçerli. Caminin ismi devrimden sonra İmam Camii’ne dönüşüyor.
Bu yer, yapı, anıt vs isimleri bizim de dahil olduğumuz dengesiz coğrafyanın en büyük sorunlarından biri bence. Bir yerlere Kenan Evren ismini verme ve o isimleri değiştirme hızımıza düşünsenize. Neyse sustum…
Nakş-ı Cihan Meydanının güney tarafında yer alan İmam Camii, Safevi Hanedanlığı döneminde Şah Abbas tarafından yaptırılmış. İnşaatı 18 yıl sürmüş ve 1629 yılında tamamlanmış.
UNESCO’nun Dünya Miras Listesinde de yer alan cami, İslam Dönemi Pers mimarisinin baş yapıtlarından biriymiş.
Caminin mavi çiniyle kaplı devasa kapısı çok güzel. Karşısında durup uzun uzun izlenilecek ve bol bol fotoğrafı çekilecek türden. Kapıdan geçtiğinizde ise kendinizi, kafanızı nereye çevirseniz çevirin muhteşem mavi çinilerle karşılacağınız çok büyük bir avluda buluyorsunuz.
Şah Abbas, büyük ihtimalle inşaat başladığında bu harika eserin yapımının 25 yıl süreceğini düşünmemiş. İnşaat başladığında 52 yaşında olduğu düşünülürse bitmesini ne kadar sabırsızlıkla beklediğini tahmin edersiniz.
Hatta efsaneye göre Caminin mimarı Ali Akbar Efsahani’ye de işleri hızlandırmak adına sürekli müdahale etmiş. Ama Ali Akbar her seferinde direnmiş, Şah Abbas’ın istediklerini yapmamış. Ki bu arada Abbas’ın 2 oğlunu öldürtüp bir diğerinin de gözlerini kör ettirdiğini düşünürseniz, bayağı cesaret gerektiren bir davranış.
Sonunda Şah Abbas Caminin son halini gördüğünde ise Ali Akbar’a “haklıymışsın” deyip, bir de özür dilemiş. Efsane işte..
İsfahan’daki İmam Camiini nasıl buldun diye soracak olursanız eğer sanırım söyle derim: “Mavi çinileri enfes ve çok çok büyük…”
İsfahan’daki son saatlerimiz yine Nakş-i Cihan’da “takılma”, bitmek bilmeyen İsfahan çarşısında turlama, birbirimizi kaybedip bulma, biraz daha çarşıda turlama, otele dönüp adeta hep bir ağızdan “İsfahan güzeldi be” demekle geçiyor.
Gece Serdar’la ben acıkıyoruz, aşağı inip otelin kafesinde birer hamburger yiyoruz, yolculuk sonuna kadar da Nusret bize “Ne biçim gezginsiniz, İran’da hamburger yediniz” diye takılıyor.
Olsun hamburgerler güzeldi…
Sürecek
Beklediğimize Değdi … 🙂