İran 11: Tebriz ve İran’a veda…

Eğer 2019 yılının şubat ayı 29 çekseydi belki de Tebriz’i severdim.

Yola çıkmadan çok önce, kasım ayında, Antalya’da bir restoranda Serdar’la biralarımızı içip önümüzdeki kağıda şurada bu kadar kalalım, burada bu kadar kalalım diye karalayıp gidiş-dönüş tarihlerimizi belirlerken iki şeyi atlamışız:

Birincisi bizi yanıltan uçuş saatlerimiz… Kafamızda hep 10 gün olarak planladığımız seyahatimiz aslında 9 gündü. Hem giderken hem de dönüşte, her iki uçuş da gece yarısından sonraydı çünkü.

İkincisi de planladığımız günde Şiraz’dan Tebriz’e uçuş olmaması. Tebriz maalesef seyahatin son gününe güne kaldı. Tabii ki bunu, yani iç hat uçuşlarını, Tahran’a ulaşana kadar öğrenemeyecektik… 

Peki neden Şubat 29 çekseydi dedim? O da dönüş tarihimizi hesaplarken İran’da geçireceğimiz gün sayısı yerine dönüş için Mart ayının hemen başındaki, ikimizin de işimizin başında olmamız gereken bir tarihe odaklanmamızdan oldu… 

Şiraz’daki hostelde azıcık geç uyanıp aheste aheste kahvaltı yaptığımız pazar sabahı biraz hüzünlüyüz sanki. Birazdan Ali bizi Şiraz Uluslararası Havalimanına bırakıp, evine Yezd’e dönecek. Çok alıştık Ali’ye, sevdik de. Biraz ondan hüzünlüyüz biraz da seyahatin son günü olmasından. 

Uçağımız 10.45’te. Yolculuk 1 saat 50 dakika kadar sürüyor. Üzerine de sabaha karşı 04.10’da İstanbul uçuşumuz var, yani Tebriz’e kala kala bir yarım gün kaldı. Umarım uçak rötar yapmaz diyorum havalimanı yolunda. Bir de İran’da uçakların ambargo nedeniyle rutin bakımlarının yetersiz olduğu konusundaki klasik muhabbetler geliyor aklıma ama bunu kendime saklıyor, bir şey demiyorum. 

Artık sürekli yanımızda bize telefonuyla internet sağlayan Ali olmadığı için havalimanında bir telefon hattı -MTN-İrancell- alıyor –üzerinde tek kelimesini anlamadığım bir sürü şey yazan Farsça bir belgeyi imzalıyorum- ve seyahatin sona ermesine 24 saatten daha az bir süre kalmışken hat satın alan gezginler olarak tarihe geçiyoruz. 

Qeshm Air’e ait uçak, dış görünüşüyle yeterince güven veriyor. Airbus’lardan biri… Ve tam saatinde olmasa da dikkate alınmayacak kadar bir rötarle kalkıyor. 

Yaklaşık 2 saatlik yolculuktan anımsadığım, koltuk altı silah kılıfındaki otomatik silahını sergileyerek en ön sıradan arkaya doğru yolcuları süzen sivil kıyafetli güvenlik görevlisi -evet İran’da iç hat uçuşlarında bir güvenlik görevlisi var- Şiraz’dan Tebriz’e kadar pencerenin dışındaki kahverengi çöller ve dağlar, koltuk cebindeki havayolu dergisinde gördüğüm özel hastane reklamlarının çokluğu ve de şu anda yazarken bana “malum” deyişi hatırlatan uzun türbülans… Hani feminizm-koca, komünizm-para ve ateizm-uçak ile ilgili olan. 

Tebriz Uluslararası Havalimanına sağ salim inerken bizi karşılayan “Welcome to the Capital of Islamic Tourism” tabelası oluyor; İslam Turizmi başkenti Tebriz’e hoşgeldiniz. Bence küçük bir kelime oyunu… Ben de Tebrizli olsam İsfahan ve Şiraz dururken şehrimi İran’ın turizm başkenti diye nitelemeye cesaret edemezdim. Gerçi Üstat İlber Ortaylı’ya göre Tebrizliler, İsfahanlıların şehirleri için söyledikleri “Nısf-ı cihan” yani “Cihan’ın yarısı” sözüne karşılık “Eğer’i Tebriz nebaşed” yani “Eğer Tebriz olmasaydı” derlermiş ama yine de ben İsfahan’dan yanayım, Tebrizli dostlar bağışlasınlar.

Tebriz son gezdiğimiz şehirler Yezd ve Şiraz’a kıyasla bayağı bir soğuk ki bu da gayet normal. Harita üzerinde Şiraz’dan düz bir çizgi çekip batıya doğru giderseniz, varacağınız yer Kuveyt veya Kahire civarı. Tebriz’den aynı şeyi yaptığınızda varacağınız yer ise bizim Van çünkü.

Tebriz son güne kaldığından hiçbir planımız yok. Kafamızda sadece görmek istediğimiz birkaç yer var. Valizleri beklerken etrafa bakınıyorum. Gençten İran’lı bir delikanlı ile göz göze geliyoruz. Biraz ileride araba kiralanan desklerin önünde biriyle konuşuyor. Sonra yine göz göze geliyoruz, selam veriyor. O cesaretle yanına gidiyorum. Amacım sadece “şehir merkezine nasıl gideriz?” diye sormak. Ve Tebriz’de hemen herkes Türkçe konuşuyor…

On dakika sonra kendimizi Mehdi’nin geniş arabasında, Tebriz şehir merkezine doğru giderken buluyoruz. 

Mehdi Azeri kökenli cana yakın bir Tebrizli. Sağlık memuru. Ambulans ekibinde çalışıyor ve nöbet sonrası 2 gün boşluğu var. Boş günlerinde de havalimanında takılıyor. Anlattığına göre Tebriz’e iş için gelen çok Türk iş adamı varmış. Mehdi de Türklere otomobiliyle hizmet veriyor. Biz de günün kalanında bizi gezdirmesi ve akşam 9-10 gibi havalimanına bırakması karşılığında Mehdi’yle anlaşıyoruz. 

Ve soğuk, yol kenarları yer yer karlı Tebriz’deki ilk durağımız Şairler Mezarlığı oluyor. 

Şairler Mezarlığında ismini bu şehirden alan Şems-i Tebrizi’den sonra muhtemelen şehrin yetiştirdiği en büyük şair Şehriyar’ın mezarı da var. Malum, Mevlana’nın hakkında “Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda…”  dediği Şems’in hem ölümü hem de mezarının nerede olduğu biraz karışık. 

O hepimizin bildiği Azeri türküsünde “Şehriyar’ın şehirinden” bize selam getirenlerin ismini andığı Şehriyar; Tebrizli, Türk-Azeri asıllı büyük bir şair. Tam adıyla Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın da aralarında bulunduğu 400 kadar şairin mezarı işte bu Şairler Mezarlığında; Fakat pek çoğunun mezarı şehrin yaşadığı depremlerde yok olmuş.   

Burada adına bir müze bulunan Hüseyin Şehriyar 1907’de Tebriz’de doğmuş, Tıp fakültesini mezun olmak üzereyken bırakmış ve yaşamını İran Ziraat Bankasında memur olarak sürdürmüş. Anadili Azeri Türkçesi ile yazdığı ve 1954 yılında yayınlanan “Heyder Babaya Salam” şiiri pek çok dile çevrilmiş ve özellikle Türkiye ve SSCB’nin Türki Cumhuriyetlerinde çok sevilmiş. 

Ve 18 Eylül 1988 yılında vefat eden şairin ölüm günü, O’nun anısına, İran’da Millî Şiir Günü olarak kutlanmaktaymış. 

Şiirlerini hem Farsça hem de Azeri Türkçesiyle yazmış Şehriyar. Çocukluk günlerinin geçirdiği köyün hemen yanında yükselen Heyder Baba Dağı’na yazdığı “Heyder Babaya Salam” şiirinin ise şöyle bir öyküsü var, ne kadar doğru bilinmez. 

Şehriyar artık ünlü bir şair olduktan bir bayram günü annesini ziyaret eder, elini öper. Oğluna hasretle sarılan annesi der ki; “Balam, deyirler ki sen böyük şair olmuşsan, hele bir şe’r danışta dinniyah”

Fakat Şehriyar’ın annesine okuyacağı “ana” dilinde bir şiiri yoktur, mahcup olur. Durumu fark eden annesi şöyle der: “Bes niye menim dilimde demirsen? Biraz da menim dilimde söyle ki, men de duyam sesini balamın”

Ve Şehriyar “ana” dilinde “Heydar Babaya Selam” şiirini yazar. 

İnsan bir anda şiiri okumak istiyor, değil mi? Buraya koymak isterdim ama çok uzun. Size Şehriyar’ın kendi sesinden dinleyebileceğiniz bir linki buraya bırakıyorum, yazıya dönmeyi unutmayın ama. Tıklayınız.

Yeryüzünde şairlerini bu kadar seven başka bir ulus daha yoktur sanırım. Buna özellikle Şiraz’da Sadi ve Hafız’ın türbelerinde şahit olmuştuk. İşte Tebriz’deki Şairler Mezarlığı da en az onlar kadar “kutsal” ve popüler bir mekanmış. Hatta akşamları bahçede toplanan şairler karşılıklı dizelerini söyler atışırlarmış… 

Muhtemelen bu anlatılanlar için o buz gibi “kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıran” Mart sabahı uygun bir zaman değil çünkü bahçede kimsecikler yok. Üstelik de inşaat nedeniyle kapalı olan Şehriyar Müzesine ve Şairler Anıtı Makberetüş Şuara’ya ise ancak uzaktan, dikenli tellerin arkasından bakıyoruz. 

Şairler Mezarlığında komik de bir anımız var. Girerken bir ara kaybolan Nusret elinde kocaman, abartmıyorum bir metreden daha uzun bir pideyle ortaya çıkıveriyor. Yolda elinde bu pidelerden taşıyan biriyle karşılaşmış,“denemek için ucundan bir parça koparabilir miyim?” diye sormuş ve sonra da aynı durumda İran’da nereye giderseniz gidin hep karşılaşacağınız şey olmuş; Nusret’i hayatında ilk kez gören adam, pidelerinden birini, Nusret almak istemese de uzun uzun ısrar ederek ikram etmiş. O metrelik pide gün boyunca bize eşlik ediyor.

Sonraki durağımız El-Gölü Parkı’na giderken Türk iş adamları tarafından çok sık ziyaret edilen Tebriz’deki Türk etkisini gözlemleyebiliyorum. Birbirinin aynısı, soğuk, karaktersiz, yüksek rezidans ve AVM inşaatları, sık göze çarpan kahveciler, felaket bir trafik ve trafikteki envai çeşit pahalı 4×4 araçlar.

Bu benim görüşüm tabii ki. Başkaları Tebriz’i “modern ve zengin, gelişmiş, sanayisi ile ülkeye yön veren, İran’ın batıya açılan kapısı” vb cümlelerle de tanımlayabilir. Ve hepimiz haklı oluruz…

Belki de artık memleketimi özlediğimden bana çocukluğumun İzmir Fuarı’nı (Kültürpark) anımsatan El-Gölü Parkı büyükçe bir yapay göl ve etrafındaki yeşil alandan oluşuyor. Henüz zamanları gelmediğinden su bisikletleri kenarda boş boş duruyorlar. Fuar’da hala su bisikletleri var mı acaba?

Göl kenarında, hatta ortasında, bir zamanlar Kaçar Prenslerinin ikamet ettiği saray günümüzde havalı bir restorana evrilmiş; Shah Göli Restaurant, hemen dikkat çekiyor. Restoranın isminden de anlayacağınız üzere gölün eski adı 1979 Devrim’ine kadar Şah Gölü‘ymüş. Nedir bu coğrafyanın isimlerden çektiği?  

Yaz akşamlarında Tebrizliler göl kenarında yürüyüş yapar, genç delikanlılar da kızlarla tanışmaya çalışırlarmış. 

Biraz yürüyoruz, ama hem soğuk hem de isminin anlamı Halk Gölü olan El-Gölü’nde in cin top oynuyor. E delikanlı da değiliz. Göl kenarında havalı olmayan bir restoran buluyor, hem ısınıyor hem de bir şeyler yiyoruz. Ne de olsa Nusret’in pide ne kadar büyük olursa olsun, kuru kuru gitmez. 

El-Gölü’nden kareler:

Yemek sonrası rehavetini çayla giderip Gök Mescit’e doğru yola çıkıyoruz. 

Gök Mescit ismini üzerlerinde Allah ismi tam 1001 kez yazılı mavi-turkuaz çinilerinden alıyor. 1465 yılında Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah’ın emriyle yapımına başlanmış, 1467’de Şah’ın ölümü üzerine yarım kalan inşaatı ise Akkoyunlular tamamlamış. Eşsiz mavi-turkuaz çinileriyle cami, devrinin en önemli eserlerinden biriymiş; Fakat maalesef o güzelim çiniler 1773 yılındaki depremde büyük oranda hasar görmüşler.

Caminin avlusunda 12. yüzyıl Azeri şairlerinden, -maalesef yazıyı hazırlarken hakkında hiçbir şey bulamadığım, tek bir dizesine bile ulaşamadığım- Afzaladdin Bedel Khagani’ye ait bir heykel var. Bahçenin ismi de Khagani Bahçesiymiş.

Gök Mescit’in dışında, bahçede ve içerisinde biraz zaman geçiriyor, kubbeyi ve çini duvarları hayran hayran izliyor, fotoğraf çekerken Serdar’la beni ilgiyle izleyen imamla ayak üzeri biraz sohbet ediyor sonra yeniden Mehdi’yle Tebriz turuna devam ediyoruz. 

Ve Gök Mescit fotoğrafları:

Tebrizdeki son durağımız Tebriz Çarşısı.

Tebriz Çarşısı, İran’da -tabirimi mazur görün lütfen- seyahatin başından beri gittiğimiz her şehirde görmekten artık heyecanımızı yitirdiğimiz tipik kapalı çarşılardan. Fakat farkında olmadan assolisti en sona bırakmışız. 

Tebriz Çarşısı tam bin yıllık, İpek Yolu da dahil tarih boyunca pek çok ticaret yolu üzerinde yer almış ve benzerleri arasında dünyanın en büyüğü… 2010 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş. Ve 2013 yılında yapılan restorasyonu da Ağa Han Mimarlık Ödülünü kazanmış. (Ağa Han Mimarlık Ödülü, İsmailî Mezhebinin dini lideri Kerim Ağa Han tarafından konulmuş ve İslâm dünyasında son yirmibeş yıl içinde gerçekleştirilmiş olup en az iki yıldan beri kullanılmakta bulunan ve ön seçicilerce önerilenler arasından jürice seçilen yapılara verilen bir ödülmüş…)

Tebriz Çarşısı bugün 1 kilometrekarelik bir alana yayılıyor, –çarşılarda aynı işi yapan esnafın bulunduğu– 60 arasta ve 40 meslek dalında 5 bin 500 dükkânın yanı sıra 30 cami, beş hamam, 12 medrese ve beş müzeye ev sahipliği yapıyormuş. 

Kuyumcuların toplandığı Amir Çarşısı ile meşhur İran özellikle de Tebriz halılarının düğüm sayısından üretim tekniğine uzanan farklı kategorilere bölünmüş şekilde satıldığı Muzafferiye bölümleri ise en meşhur alanlarmış. 

Tebriz Çarşısı kalabalık, gürültülü, kaotik ama bir o kadar da ilginç ve güzel. Bayağı bir dolaşıyor, arada Nevruz öncesi alışveriş telaşındaki Tebrizlilerin arasında karışıyor, bir ara Mehdi’nin ikramı, seyyar satıcıdan, patates görünümlü leziz şeker pancarlarını mideye indiriyor, artık dolaşmaktan iyice sıkılınca da Mehdi çıkar bizi buradan diyoruz. Çünkü kendi başımıza yolumuzu bulmamız pek olası değil. 

Sonrası karanlık çökmüş Tebriz’de Mehdi’nin arabayla yaptığı şehir turunda kalbur üstü semtlere şöyle bir göz atıyor, akşam yemeği için bizi götürmek istediği restoranların bazıları kapalı olup bazılarını da “Mehdi yapma biz Türkiye’de yaşıyoruz” diye reddediyor -Yemen Kahvecisi- ve kendimizi artık iyice yorulup dönüş havasına girdiğimizden Tebriz’in içerisi Türk markalarıyla dolu AVM’si Laleh Park’ta yemek alanında buluyoruz.

Tamam AVM gezmek gezgin raconuna ters ama en azından Tebriz Köftesi, Chelo Kebap ve Abghoost yiyoruz…

Ve öğle saatlerine indiğimiz Tebriz Havalimanına bu kez gece 04.10’daki İstanbul uçuşumuz için yeniden dönüyoruz. Hepimiz aynı fikirdeyiz; Seyahatin en zayıf halkası Tebriz…

Ayrılırken Mehdi “Allah korosun seni daktir, Ben seni seviyoron valah” diyor. Ama aramızda en çok Nusret’i sevdi…

Son söz:

İran için “İran hiç sandığınız gibi değil, önyargılarınızı bir kenara bırakın” falan gibi bildik laflar etmeyeceğim tabii ki. 

Genelde bu lafı edenler ya Fars Kültürü ile Arap kültürünü bir tutuyorlar ya da 1979’daki Devrimi pek bilmiyorlar. 

Bence Fars ve Arap Kültürlerinin tek ortak noktası Farsça’nın Arapça harflerle yazılıyor olması. Onun dışında hayata dair her şey birbirinden farklı. 

Hayata din ekseninden bakmayan, dini tanrı ile inananlar arasına bırakan benim gibi biri için devrimden sonra İran’ın geçirdiği dönüşüm ise, nasıl desem insanın hafiften içini acıtıyor. Fakat, en azından büyük şehirlerde, bu değişimin geçen onca yıla rağmen gündelik yaşamın içerisinde hala biraz eğreti durduğunu gözlemleyebiliyorsunuz. Bunun en önemli yansıması kadınlar. Hayır tabii ki “İranlı kadınların çoğu zaten başlarını tam örtmüyorlar ki” gibi sığ bir cümle etmeyeceğim… Kadınlar her yerdeler. Her meslekte, her işte erkeklerle yan yana çalışıyorlar ve -kıyafet dışında ve sistemin izin verdiği ölçüde- özgürler. Bu pek de bizim anladığımız ya da bize gösterilen İslami yaşam tarzı ile uyuşmuyor. 

Fakat diğer taraftan bu konuda büyük laflar edebilmek için sadece bizimkiler gibi “turistik” şehirleri ziyaret etmenin yetersiz kaldığını da biliyorum. Çarşafsız tek bir kadın, neredeyse molla olmayan tek bir erkek bile görmediğimiz birkaç saatlik Kum Şehri ziyareti ise yeterli değil tabii ki. Keşke daha çok zamanımız olsaydı da Meşhed’i de görebilseydik mesela…

Bir de Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek adına şunu söylemeliyim; İslami Cumhuriyet kavramına ne kadar uzak olsam da İran’ın ambargoya ve ABD’ye karşı direnişine saygı duyuyorum. 

Neyse, İran güzel, tarihi güzel, kültürü güzel, müziği güzel, yemekleri güzel, her şeyden önce insanı güzel. Hatta dili, Farsça’nın tınısı bile güzel. Eğer aklınızda varsa bir an önce gidin…

Ha bir de İran’a gitmeniz İran’daki rejimi desteklediğiniz anlamına gelmez. Öyle düşünsek dünyanın üçte birine gidemezdik değil mi?

Birlikte seyahat ettiğim güzel Dostlar Nusret Yakışıklı, Serdar Aydın, tabii ki sevgili Ali Mehrara ve okuyan herkese teşekkürlerimle…

İran 11: Tebriz ve İran’a veda…” üzerine 6 düşünce

    • Çok teşekkür ederim. Benim kötü bir huyum var, bir yere gitmeden önce blog okumuyorum. Ancak gidip geldikten sonra… Senin yazdıklarını da yeni fark ettim. Cidden güzel, senin de ellerine sağlık.

  1. Yarım günü çok iyi değerlendirmişsiniz. Çarşıyı bile gezmişsiniz, daha ne olsun 🙂 Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı kitabında Tebriz ve çarşısı ile ilgili hoş anlatımlar var. Ben de çarşıyı çok iyi gezememiştim. Aklımda kaldığından olsa gerek kitapta geçince hoşuma gitmişti.
    El Gölü’nün adını ben İl (Şehir) Gölü olarak biliyordum. Daha doğrusu öyle duymuştum.
    Paylaşımlar çok güzel, yazılarınızı keyifle okuyorum. Çok teşekkür ederim.

    • Kitabı not aldım, teşekkür ederim. Aslında Tebriz’e biraz haksızlık ettik, bir de ben artık dönüş havasına gitmiştim, günün çoğunda kameramı bile çıkarmadım çantamdan. Belki bir dahaki sefere. Meşhed’i de görmek isterdim mesela… Yorum için teşekkürler, bir de baktım; El-Gölü diye geçiyor:)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir